3. Halife Seçilmesi

Allah Rasûlü’nün vefatından sonra ensar, Sakîfetü Benî Sâide’de[1] toplanarak halife seçimi konusunu görüşmeye başladılar. Bunu haber alan Hz. Ebû Bekir’le Ömer birlikte oraya gittiler. Ebû Bekir, ensar ve muhacirlerden birer emir seçilmesini isteyen sahabilere bu görüşün doğru olmadığını, İslâm birliğini sağlamak için tek lider etrafında toplanmak gerektiğini söyledi.[2] Ebû Bekir bu konuşmasında ensarın faziletlerini saydı, haklarında inen âyetleri ve vârid olan hadisleri söyledi, sonra da idarecinin Kureyş kabilesinden olacağını bildiren hadisi hatırlattı. Saʻd (b. Ubâde): “Doğru söyledin, biz vezir, siz emirsiniz” dedi. Böylece ensar ikna oldu.[3]

Ensar, hilafet meselesine Medine toplumu ve muhacirlerle ensarın tarihi münasebetleri çerçevesinde mahdut bir zaviyeden bakmışlardı. Muhacirler ise meseleye, bütün alanlarıyla devam etmesi gereken bir devlet idaresi olarak geniş bir bakış açısıyla bakıyorlardı. İdareci Kureyş’ten olursa bunun çok büyük neticeleri olurdu. Zira Araplar, ancak, eskiden beri saygı duydukları Kureyş’in idaresine razı olabilirlerdi. Ama idareyi ensar üstlenirse, İslâm devletinin parçalanmasına yol açan çok tehlikeli bölünmelerin meydana gelmesi kuvvetle muhtemeldi.[4]

Hz. Ebû Bekir, hilafete aday olarak Hz. Ömer’le Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı gösterdi. Önce Hz. Ömer’e; “Uzat elini sana beyʻat edelim!” dedi. Ömer; “Sen benden daha faziletlisin” diye itiraz etti. Ebû Bekir de; “Sen de benden daha kuvvetlisin” dedi. Bunun üzerine Ömer (r.a); “Benim kuvvetim senin faziletinle beraber senin hizmetindedir” diyerek ona beyʻat etti.[5]

Hz. Ebû Bekir, Ömer kabul etmeyince Ebû Ubeyde b. Cerrâh’a dönerek; “Gel sana beyʻat edeceğim. Çünkü ben Rasûlullah’ı sana hitaben; «Sen bu ümmetin eminisin» buyururken işittim” dedi. Ebû Ubeyde; “Ben, Rasûlullah’ın son günlerinde vefat edinceye kadar bize imamlık yapmasını emrettiği bir zatın önünde namaz kılamam!” dedi.[6]

Diğer rivayetten gelen bilgiye göre Hz. Ömer, Ebû Bekir’e; “Uzat elini sana beyʻat edelim!” dediğinde o; “Bana niçin beyʻat edeceksiniz ki? Vallahi sizin en takvalınız ve en kuvvetliniz değilim! En takvalımız Sâlim Mevlâ Ebî Huzeyfe’dir (v. 12/633), en kuvvetlimiz de Ömer’dir” demiştir. Bunun üzerine Ebû Bekir’in en önemli faziletine dikkat çeken Ömer; “Uzat elini, «Hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına: «Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir» diyordu»[7]” deyince oradakiler hep birlikte Hz. Ebû Bekir’e beyʻat etmişlerdir.[8] Hz. Ömer’in, herhangi bir karışıklık çıkmadan bir an önce meseleyi halletmek için acele ettiği anlaşılıyor.

Sakîfe’de yapılan beyʻattan bir gün sonra umumi bir beyʻat daha olmuş ve orada Sıddîk (r.a) insanlara şöyle hitap etmiştir: “Ey insanlar! En iyiniz olmadığım halde sizin başınıza halife seçilmiş bulunuyorum. Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk, emin bir şahsiyet olmanın göstergesidir. Yalan ise hıyanettir. Zayıf olanınız hakkını alıncaya kadar benim yanımda en kuvvetlinizdir. Güçlü olanınız da kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim nazarımda en zayıfınızdır. Bir millet Allah yolunda cihadı terk ederse zillete düşer. İnsanlar arasında kötülük yayılırsa Allah o millete umumi bir bela verir. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Şayet Allah’a ve Rasûlü’ne isyan edersem bana itaat etmeniz söz konusu olamaz. Haydi, namaza kalkınız, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun!”[9]

Bu hutbe, idareci ile halkın arasındaki münasebetin nasıl olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Halife o makama ümmetin iradesiyle ve açık bir akitleşmeyle gelmiştir. Bu akde göre hükümdar şeriata sarılacak, buna mukabil halk da ona itaat edecektir. Ümmet, idareciyi kontrol edecek, hayırda ona yardımcı olup eğrildiğinde siyasetini düzeltecek, hükümdar da adaleti tesis edecek, cihada devam edecek ve toplumu ahlâki bozukluklardan temizleyecektir. Hutbenin başında da Hz. Sıddîk’in samimi tevazuu görülmektedir.[10]

İmam Mâlik, “Hiç kimse bu şartı taşımadan asla imam olamaz!”[11] diyerek idarecinin, Hz. Ebû Bekir’in bu hutbesinde ortaya koyduğu şartlar üzere olması gerektiğini vurgulamıştır.

Hz. Ebû Bekir daha sonra, kendisine yapılan bu beyʻati, evvela fitne, ardından da ridde korkusuyla kabul ettiğini ifade etmiştir.[12] Halife seçildikten sonra yaptığı bir konuşmasında bunu şöyle dile getirmiştir: “Vallahi ben hiçbir gün ve hiçbir gece kesinlikle idareciliğe hırslanmadım. Ona rağbet de etmedim. Allah Teâlâ’dan ne gizli ne de açık böyle bir şey istemedim. Lâkin insanların başıboş kaldığı o ortamda bir fitne çıkmasından korktum. İdarecilikte benim için rahat yok ki! Boynuma öyle büyük bir iş yüklendi ki Allah Teâlâ’nın yardımı olmadan benim onu yapacak ne gücüm var ne de imkânım! Şu anda benim yerimde idarecilik hususunda insanların en kuvvetlisinin bulunmasını ne kadar isterdim.”

Halife seçimine gönül koyan bir kısım muhacirler Hz. Ebû Bekir’in bu sözlerini ve özrünü gönülden kabullendiler. Hz. Ali ile Zübeyr ise şöyle dediler: “Biz ancak istişare toplantısında bulunamadığımıza kızdık. Biz de biliyoruz ki Ebû Bekir, Rasûlullah’tan sonra bu işe insanların en fazla hak sahibi olanıdır. Zira o Nebiyy-i Ekrem’in hicreti esnasında gizlendiği mağaradaki yegâne arkadaşıdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de kendisinden «ikinin ikincisi» diye bahsetmiştir. Biz onun şerefini, büyüklüğünü biliyoruz. Rasûlullah (s.a.v) hayattayken ona imam olup insanlara namaz kıldırmasını emretmiştir.”[13]

Halife seçilirken Hz. Ali, Allah Rasûlü’nün techiz ve tekfiniyle meşgul idi. O karışıklıkta bir fitne çıkmasından korkan Hz. Ebû Bekir ve Ömer de insanları sakinleştirmek ve büyük fitnelerden korumak için halife seçimiyle meşgul oldular ve bu konuda acele ettiler.[14] Ali (r.a) bu istişare heyetinde bulunamadığı için biraz alındı, ancak kırgınlığı uzun sürmedi, bir müddet sonra gelip herkesin huzurunda Hz. Ebû Bekir’e beyʻat etti. Hatta sahih rivayetlere göre Hz. Ali ile Zübeyr, halife seçiminden bir gün sonraki umumi beyʻatta beyʻat etmişlerdir.[15]

İbn Kesîr, konuyla ilgili rivayetleri verdikten sonra Hz. Ali’nin ya ilk gün veya ikinci gün beyʻat ettiğini ve bunun bir hakikat olduğunu söyler. Hz. Ali’nin, hiçbir vakit Ebû Bekir’den ayrılmayışını ve onun ardında namaz kılmayı hiç terketmeyişini buna delil olarak gösterir. Ancak Hz. Fâtıma’nın miras davası sebebiyle, onun hatırını gözetmek için bir müddet Ebû Bekir’le konuşmadığını, altı ay sonra Hz. Fâtıma vefat edince beyʻatını yenileyerek Halife’nin yanında yer aldığını ifade eder. İbn Kesîr, Hz. Fâtıma’nın da bir beşer olduğunu ve masum olması gerekmediğini hatırlatarak miras meselesinde Halife’nin haklılığına vurgu yapar. “Zira halifenin bildiği bilgiler Hz. Fâtıma’ya ulaşmamıştır” der. Hz. Ali’nin, Halife ile birlikte Zü’l-Kassa seferine çıktığını, Halife orduya kendisi kumanda etmek istediğinde Hz. Ali’nin, başına bir şey gelmesinden endişe ederek onu bundan vaz geçirip Medine’ye gelmesini sağladığını kaydeder.[16]

Bunun yanında Hz. Ali hiçbir zaman kendisinin halife olması gerektiğiyle ilgili bir nastan söz etmediği gibi Ebû Bekir’e beyʻat ettikleri için sahabeye de gücenmemiş, böyle bir şeyi ima bile etmemiştir. Esasen Hz. Ali’nin hilafetine dair bir nas bulunsaydı başta kendisi olmak üzere diğer sahabiler de bu konuda kesinlikle sessiz kalmazlardı. Öte yandan şiilerin, Hz. Ali’nin nassa rağmen Hz. Ebû Bekir’e beyʻat etmesindeki tenakuzu ortadan kaldırmak için onun takıyye yaptığını veya İslâm’ın gelişmesine engel olmamak için beyʻat etmek zorunda kaldığını söylemeleri de inandırıcı değildir. Sünniler, Hz. Osman halife olduğunda İslâm’ın bir yandan Buhârâ’ya, öte yandan Kuzey Afrika’ya kadar ulaştığını, Hz. Ali’nin böyle bir düşünceye sahip olduğu takdirde bilhassa Hz. Osman’a beyʻat etmemesi gerektiğini söylemişlerdir. Hz. Ali’nin Hz. Ömer ve Osman’a beyʻat etmesi ve çocuklarına Ebû Bekir, Ömer ve Osman isimlerini vermesi[17] de hilafet konusunda hakkının yenildiği düşüncesine sahip olmadığına delil gösterilmiştir.[18] Bu konudaki bir delil de şudur: Hz. Ebû Bekir vefat ettiğinde Medine’nin her tarafından ağlama sesleri yükselmiş, insanlar Allah Rasûlü’nün vefat ettiği günde olduğu gibi dehşete düşmüşler, o esnada Hz. Ali ağlayarak acele bir şekilde gelmiş, bir taraftan da istircâda bulunarak kapıda durmuş ve: “Allah sana rahmet eylesin ey Ebû Bekir! Vallahi insanların ilk İslâm’a gireni, imanı en sadık olanı, yakini en kuvvetli olanı idin…” diye başlayan uzunca bir medhiyede bulunmuştur.[19] Onun bu kadar sözü samimiyetsizce söylediğini düşünmek mümkün değildir.

Rasûlullah’ın vefatından bir ay sonraki bir hutbesinde Ebû Bekir (r.a) şöyle demiştir: “Hoşlanmadığım halde hilafet vazifesine getirildim. Vallahi, benim yerime bir başkasının bu vazifeyi deruhte etmesini ne kadar isterdim! Dikkat edin! Size, Rasûlullah (s.a.v) gibi davranmamı beklerseniz, benim buna gücüm yetmez. Zira o, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine vahiy ikram ettiği ve vahiyle yanlışlardan masum kıldığı bir zat idi. Ben ise normal bir insanım, herhangi birinizden daha hayırlı da değilim. Beni murakabe edin, istikamet üzere olursam bana tâbi olun, ayağım kayarsa beni düzeltin!”[20]

Ömerî’ye göre Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesi, sahabe arasında imani değerlerin yükseldiğini ve şahsi ölçülerin ona boyun eğdiğini göstermiştir. Zira Ebû Bekir (r.a) Teym kabilesinden idi ve bu kabile Kureyş’in en zayıf aşiretlerinden biriydi.[21] Buna rağmen sahabiler, onun kabilesine değil, şahsi meziyetlerine bakarak kendisini halife seçmişlerdir.

Hz. Ebû Bekir hilafeti esnasında minbere çıktığında Rasûlullah’ın oturduğu basamağa oturmamış, daha sonra gelen Hz. Ömer de onun yerine oturmamış, ondan sonra Hz. Osman da Hz. Ömer’in yerine oturmamış ve Allah’a kavuşuncaya kadar bu âdetlerini devam ettirmişlerdir.[22] Bu durum ilk İslâm halifelerinin birbirlerine olan saygı ve hürmetini göstermesi açısından mânidardır.

Ebû Bekir (r.a) iki buçuk sene halifelik yapmıştır.[23]



[1] Sâide oğulları kabilesinin çardağı. Burası Mescid-i Nebevî’nin kuzeybatı tarafında olup halen hurma ağaçlarının yer aldığı yeşil bir alandır.

[2] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5, Hudûd, 31, Ahkâm, 51; Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 150-156; Fayda, “Ebû Bekir” mad., DİA, X, 103.

[3] Bkz. Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VIII, 246/16537. Krş. Vâkıdî, er-Ridde, s. 41; Ahmed, I, 5 (Şuayb Arnaût “sahih li-ğayrihî” ve “mürsel” olduğunu söylemiştir); Heysemî, V, 191 (“mürsel”); İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XIII, 116; Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 175; Kastallânî, İrşâdü’s-sârî, X, 217.

[4] Ömerî, Asru’l-hilâfeti’r-râşide, s. 49.

[5] İbn Saʻd, III, 211.

[6] Ahmed, I, 35; Mervezî, Ebû Bekir Ahmed b. Ali b. Saîd b. İbrahim el-Emevî (v. 292/905), Müsnedü Ebî Bekir es-Sıddîk, thk. Şuayb Arnaût, Beyrut: el-Mektebetü’l-İslâmî, ts., s. 192 (Şuayb Arnaût “münkatıʻ” olduğunu söylemiştir); İbn Asâkir, IX, 334.

[7] et-Tevbe 9/40.

[8] Ahmed, Fedâilü’s-sahâbe, I, 162. Ekrem Ziya Ömerî bu toplantıyla ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Sakîfe’deki toplantı ve Hz. Ebû Bekir’e halife olarak bey’at edilmesi hâdisesini anlatan sahih rivayetler gözden geçirildiğinde açıkça ortaya çıkar ki bu toplantı uzun sürmemiştir, orada muhacirler ile ensar arasında uzun münakaşalar, hilafeti elde etmek için yarış ve mücadele olmamış, sert sözler söylenmemiş, tehditler savrulmamış ve orada toplananların birbirlerine elleriyle müdahale ettiği bir arbede yaşanmamıştır. Bu tür şeyler, muasır müelliflerin naklettiği bazı zayıf rivayetlerin çizdiği bir tablodur. Onlar, bu tarihî ve ulvi toplantının arı duru ve pak yüzünü çirkinleştirmeye çalışıyorlar. O toplantıda hilafet makamının ve İslâm devletinin geleceği, her türlü lâkaytlık ve nefsani heveslerin üstüne yükselen muazzam bir kararlılık ve ulvi duygularla, büyük bir mesuliyet şuuru içinde tayin edilmiştir” (Asru’l-hilâfeti’r-râşide, s. 51). Sahabenin seçimden sonraki tavırları da Ömerî’yi haklı çıkarmaktadır. Sakîfe hâdisesiyle ilgili tafsilat için bkz. Mahmudov, Elşad, İslam Tarihi Kaynaklarına Göre Halifelik ve Hz. Ebu Bekir’in Halife Seçilmesi, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1999.

[9] Bkz. Abdurrezzâk b. Hemmam b. Nâfiʻ el-Himyerî el-Yemânî es-Sanʻânî, Ebû Bekir (v. 211/826-27), Musannef (I-XI), thk. Habîburrahmân el-Aʻzamî, Beyrut: el-Mektebetü’l-İslâmî, 1403, XI, 336; İbn Saʻd, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 152-153.

[10] Ömerî, Asru’l-hilâfeti’r-râşide, s. 53.

[11] Dârekutnî, Ebü’l-Hasen Ali b. Ömer b. Ahmed b. Mehdî b. Mesʻûd b. Nu’mân b. Dînâr el-Bağdâdî (v. 385/995), el-Mü’telif ve’l-muhtelif (I-V), thk. Muvaffak b. Abdillah b. Abdilkâdir, Beyrut: Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, 1406, I, 410.

[12] Ahmed, I, 8 (Şuayb Arnaût isnadının “ceyyid” olduğunu söylemiştir). Krş. İbn Hişâm, II, 625; Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 155.

[13] Hâkim, III, 70/4422; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VIII, 263; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 92; Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 153. Zehebî bu rivayetin Buhârî ve Müslim’in şartları üzere olduğunu söylemiştir.

[14] Buhârî, Hudûd, 31.

[15] Hâkim, III, 80/4457; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VIII, 246; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 91-92, IX, 416-417. Zehebî bu rivayet hakkında sükût etmiş, İbn Kesîr, isnadının “sahih” olduğunu ve bilindiğini söylemiştir. Tafsilat için bkz. Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddîk, s. 149-151; Arı, Hz. Ebû Bekir ve Ridde Savaşları, s. 32-33.

[16] İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 92.

[17] Mollahâtır, Halil İbrâhim, Mekânetü’s-sahâbe, Medîne-i Münevvere 1431, s. 1204; Turgay, Nurettin, Hz. Ali ve Tefsirdeki Yeri, Ankara: İlâhiyât, 2004, s. 33. Ondan sonra gelen Ehl-i Beyt de pekçok defa evlatlarına bu üç halifenin isimlerini vermişlerdir. Bkz. Sallâbî, Ali Muhammed Muhammed, Sîratü Emîri’l-Mü’minîn el-Hasen b. Ali bin Ebî Tâlib, Beyrut: Dâru’l-Mârife, 1430, s. 103. Şiilerin ideolojik sözleri bir tarafa bırakılırsa hakikatte Ehl-i Beyt, Hz. Ebû Bekir’i hep sevmiştir. Nitekim Caʻfer-i Sâdık’ın babası Muhammed Bâkır şöyle demiştir: “Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in faziletini bilmeyen, Sünnet-i Seniyye’yi de bilemez.” Yine ona; “Hz. Ebû Bekir ve Ömer hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorulduğunda; “Onları dost bilirim ve kendileri için istiğfar ederim. Ailemden, onları dost edinmeyen bir kişi bile görmedim!” demiştir (Muhibbüddin et-Taberî, er-Riyâdu’n-nadra, I, 67; Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, II, 534). Zaten Caʻfer-i Sâdık ve sonrasında gelen Ehl-i Beyt, Hz. Ebû Bekir’in torunu olmaktadırlar. Çünkü Caʻfer-i Sâdık’ın soyu, baba tarafından Hz. Ali’ye, anne tarafından ise iki koldan Hz. Ebû Bekir’e ulaşmaktadır (İbn Saʻd, V, 320; Halife b. Hayyât b. Halife eş-Şeybânî el-Basrî, Ebû Amr (v. 240/854-55), Tabakât, thk. Süheyl Zekkâr, Dâru’l-Fikr, 1414/1993, s. 469; Safedî, Ebü’s-Safâ (Ebû Saîd) Salâhuddîn Halîl b. İzziddîn Aybeg b. Abdillâh (v. 764/1363), el-Vâfî bi’l-vefayât, thk. Ahmed el-Arnaût – Türkî Mustafa, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâs, 1420/2000, XI, 98; Zehebî, Aʻlâmu’n-nübelâ, VI, 255; a.mlf., Târîhu’l-İslâm (I-LII), thk. Ömer Abdüsselam et-Tedmürî, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1413, IX, 88).

[18] Fayda, “Ebû Bekir” mad., DİA, X, 106.

[19] İbn Abdirabbih, Ebû Ömer Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Abdirabbih b. Habîb el-Kurtubî el-Endelüsî (v. 328/940), el-Ikdü’l-ferîd (I-VIII), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1404, V, 18-19.

[20] Bkz. İbn Saʻd, III, 212; Ahmed, I, 13; Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 155.

[21] Ömerî, Asru’l-hilâfeti’r-râşide, 53.

[22] Taberânî, el-Muʻcemü’l-evsat, VIII, 49; Heysemî, IX, 54; Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 156.

[23] Ömerî, Asru’l-hilâfeti’r-râşide, s. 74.

%d bloggers like this: