2. Her Şeyi Bilmesi

Allah Teâlâ’nın ilmi için herhangi bir sınır getirmek mümkün değildir. O her şeyi bildiğini, pek çok defa muhtelif şekillerde ifade etmiştir. Bütün varlıklar O’nun ilmi dâhilindedir. Kâinâttaki bütün hareketler de ancak O’nun ilmi dâhilinde ve izniyle mümkün olabilmektedir. Bu konuda Allah’a ortak olabilecek hiçbir varlık yoktur. Fussılet Sûresi’nde bu husus bazı misallerle şöyle ifâde edilir:

“Kıyamet vaktini bilmek O’na âittir. O’nun bilgisi ve izni olmaksızın ne bir meyve tomurcuğundan çıkabilir, ne her hangi bir dişi hâmile kalabilir, ne de hâmile olan biri yavrusunu doğurabilir. Gün gelir: «Neredeymiş bana ortak saydığınız şeyler?» diye nidâ eder de, müşrikler: «İçimizden buna şâhitlik edecek bir tek kişi bile olmadığını sana arzederiz!» derler”[1].

Âyet-i kerîme, Allah’ın, varlık âlemindeki bütün oluşları bildiğini, hiçbir hareketin O’nun ilminin dışında vukû bulmadığını açıkça ifâde etmektedir. Diğer taraftan, sayılan hususları kesin bir şekilde bilmenin sadece Allah’a mahsus olduğuna işâret edilmektedir. Çünkü âyet-i kerîme hasr ifade etmektedir[2]. Âyette anlatılan bu durum düşünüldüğünde, Allah’ın ilminin nihayetsiz olduğu hemen fark edilir:

Kıyamet, bilinmezliğin koyu karanlığına bürünmüş bir gaybtır. Kabuklarının içindeki meyveler ve rahimlerin içindeki yavrular da aynı şekilde gaybın perdesine bürünmüştür. Bütün bunlar Allah’ın bilgisi dâhilindedir. Çünkü Allah, en küçük ayrıntıyı dahî bilir ve O’ndan hiçbir hareket kaçmaz. Dolayısıyla hiç kimse O’na aldırış etmeden yaşamamalıdır[3].

Bu âyeti okuyan insanın kalbi, kabukların içindeki meyvelerle rahimlerdeki ceninleri düşünür; yeryüzünün her tarafını gözlerinin önüne getirip sayısız kabukları kavramaya, akla hayâle sığmayan rahimlerdeki ceninleri tasavvur etmeye çalışır. Kafasında oluşturabildiği tasavvur nisbetinde de vicdanında Allah’ın ilmi canlanır ve bir tablo hâlinde tasvîr edilir[4].

Açıkça görülüyor ki Allah’ın ilmi hem dünyayı hem de âhireti ihâta etmiş beşer üstü bir tabiata sahiptir. Allah’ın bu nihayetsiz ilminin tezahürleri başka şekillerde de görülebilmektedir. Mesela O’nun bu sonsuz ilmi, yarattığı varlıklarda tezâhür eden san’atını zirveye çıkarmaktadır. Kâinâtı son derece ince bir hesapla, gayet muntazam bir şekilde idare etmekte, insanın doğup büyümesi, hayvanların ve bitkilerin oluşumu ve gelişimi… hep büyük bir nizâm ve âhenk içinde gerçekleşmektedir. Bunlar üzerinde tefekkür edildiğinde, var olan muhteşem nizam ile birlikte bu düzenin genişliği ve sürekliliğinin, nihayetsiz bir ilmi gerektirdiği anlaşılmaktadır.

a. Gizli Açık Her Şeyi Bilir

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerinde gizli ve açık her şeyi bildiğini beyân etmiştir. Bu insanlar için mümkün olmayan azametli bir durumdur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, insana çok az bir ilim verildiğini bildirmektedir[5]. Tecrübeyle de sâbittir ki insan, çevresindeki hâdiselerin ancak zâhirinden az bir şey bilir, gerisi ise onun için hep meçhuldür. Öyleyse, insanın ilmiyle Allah’ın ilmi birbirine sadece ismen benzemektedir. İnsana “âlim” denilmesi mecâzendir. Ce­nâb-ı Hakk’ın il­miy­le mah­lû­kâ­tın il­mi ara­sın­da­ki son­suz far­kı şu misâl ne gü­zel ortaya koyar:

Hı­zır (a.s)’ın, Hz. Mû­sâ’ya acâip, ga­râ­ip ve hik­me­ti meç­hul hâ­di­se­ler gös­ter­di­ği se­ya­hat es­nâ­sın­da, bir ser­çe ku­şu ge­le­rek bin­dik­le­ri ge­mi­nin ke­na­rı­na konmuştu. Ga­ga­sıy­la de­niz­den su aldı. Allah’ın kendisine katından bir ilim öğrettiği[6] Hı­zır (a.s), bu man­za­ra­yı Hz. Mû­sâ’ya gös­te­rdi ve şu teş­bih­te bu­lundu:

“Allah’ın il­mi ya­nın­da se­nin, be­nim ve bütün mahlukâtın ilmi, şu ku­şun de­niz­den ga­ga­sıy­la al­dı­ğı su ka­dar­dır”[7].

Allah’ın ilmini bir okyanus kabul edersek, bütün mahlûkâtın ilmi de sadece yarım bir damla… Bu yarım damlanın içindeki insana âit hisseyi düşündüğümüzde, aradaki fark daha iyi anlaşılır.

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın gizli-açık her şeyi bildiğini ifâde eden âyetlerden biri şöyledir:

“Düşün ki Rabbin meleklere: «Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım» demişti. Onlar: «Bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?» dediler. Allah Teâlâ da onlara: «Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim!» dedi.

Allah Teâlâ, Âdem’e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: «Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin!» buyurdu. Melekler: «Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin!» dediler.

(Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:) «Ey Âdem! Onlara eşyayı isimleriyle haber ver!» buyurdu. Âdem onları meleklere isimleriyle haber verince: «Ben size, muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Bundan da öte, açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz her şeyi bilirim, dememiş miydim?» dedi.”[8].

Yukarıdaki âyetler, Allah’ın Hz. Âdem’in yaratılışından önce de onun hâllerini bildiğini göstermektedir. Bu da Allah Teâlâ’nın, eşya meydana gelmeden önce eşyayı bildiğini açıkça ortaya koyar. O’nun açığı-gizliyi, vâkî olanı-olacağı, meleklerin itaatkâr gördüğü İblis’in gelecekte küfre düşüp Allah’tan uzaklaşacağını, fâsık ve günahkâr gördükleri insanın da dinine hizmetle Allah’a yaklaşacağını, insanlar içinden peygamberlerin ve velilerin geleceğini bildiğine delâlet eder. Yaratılmış olan melek, cin ve insanların ise, bunları bilmeleri mümkün olmadığı gibi, acziyetleri sebebiyle Allah’ın ilminden az bir şeyi bile ihâta etmeleri kolay değildir. Allah Teâlâ, melekleri imtihana tâbi tutarak, gaybı ancak kendisinin bildiğini, meleklerin, geleceğin ve gizli olan şeylerin ilmi konusunda âciz olduğunu ortaya koymuştur. Kimsenin ilmine ve ameline mağrur olmaması gerektiğini öğretmiştir. İnsanın bilmediği konulara itiraz etmemesi, eşyanın bilgisini ve yaratmanın hikmetini Allah Teâlâ’ya bırakması gerektiğini ihtâr etmiştir[9].

Kurtubî, âyetin; “Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim!” kısmını şöyle açıklar:

“Bu cümledeki mânânın şöyle olması da muhtemeldir: Olmuşu, olanı ve olacağı bilirim. Bu cümle umûmiyet ifâde eder yani Allah’ın her şeyi bildiğini gösterir[10].

Ebu’s-Suûd ise, bu mânânın zaten malum olduğunu, hakkında şüphe olmadığını, âyetteki asıl maksadın, Hz. Âdem’in halife kılınmasında meleklere gizli kalan hikmetler olduğunu söyler[11].

Müfessirler 32. Âyette geçen “Alîm” sıfatının mübâlağa sîgası olan “faîl” vezninde olduğunu söyleyerek; “Bu sıfat Allah’ın ilminin genişliğini ifâde eder.[12] Hiçbir şey O’nun ilmi ve hikmeti hâricinde değildir[13] demişlerdir.

Âyette, “açıkladığınız” (تُبْدُونَ) ve “gizlediğiniz” (تَكْتُمُونَ) fiillerinin muzârî olarak gelmesi, “açıklama ve gizleme hâlleri”nin teceddüdünü yani devamlı bir şekilde ve tekrar tekrar vukû bularak süreklilik arzettiğini ortaya koymaktadır. Bu durum, Allah’ın ilminin de teceddüd ettiğini ve dolayısıyla onların gizli-açık her hâlini devamlı bildiğini gösterir[14]. Bu da, O’nun “ilim” sıfatındaki azameti gösteren diğer bir vechedir.

Allah Teâlâ yukarıdaki âyetlerde gizli-açık her şeyi bildiğini bir imtihanla meleklere ve vahiy yoluyla da insanlara öğrettikten sonra, Rasûlullâh (s.a.v) zamanında bu mevzûda bazı kuruntulara kapılarak yanlış inançlara saplanan yahudiler hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Onlar bilmiyorlar mı ki Allah Teâlâ gizledikleri şeyleri de açıkladıkları şeyleri de bilir!”[15].

İbn-i Abbâs’tan nakledildiğine göre yahudiler mü’minlere rastladıklarında “Biz de iman ettik, yani arkadaşınız Muhammed Allah’ın Rasûlü’dür fakat sadece size gönderilmiştir” derlerdi. Birbirleriyle yalnız kaldıklarında ise böyle diyenlere çıkışır:

“­­–Araplara bunu söylemeyin! Unuttunuz mu onlara karşı, «Bu Peygamber hakkı için» diye Allah’tan fetih ve zafer taleb ederdiniz. Meğer bu Peygamber bizden değil, onlardanmış” derlerdi. İşte bu tavırları üzerine Allah Teâlâ yukarıdaki âyetleri indirdi[16].

Kendilerine hitap edilen yahudiler, aynı zamanda münâfıklık yapıyorlardı. İman edenlere rastladıkları zaman diğer münâfıkların yaptığı gibi biz iman ettik diyor, birbirleriyle tenhâda kaldıkları zaman da: “Allah’ın size açıkladığı sır ve hakikatleri onlara, Rabbinizin huzurunda sizinle münâkaşa ederek size üstünlük sağlasınlar diye mi haber veriyorsunuz? Yani gerek Âhirzaman Peygamberi’nin vasıf ve husûsiyetleri, gerek İsrailoğulları’nın geçmiş maceraları hakkında Allah’ın Tevrat’ta size haber verdiği bilgileri onlara bildiriyor ve sizi mağlup etmeleri için ellerine delil mi veriyorsunuz? Siz söylemeseniz, onlar bu sırları bu gerçekleri nereden bilecekler? Sizin hiç aklınız yok mu? Bu sırları ifşâ etmenizin sonu nereye varacak?” diye sitem ve serzenişte bulunuyorlardı[17].

Yahudilerin bu düşünceleri, onların Allah’ın bilgisi hakkında ne tür bir inanca sahip olduklarını göstermektedir. Onlar hakikati bu dünyada gizleyebilirlerse, âhirette onunla ilgili aleyhlerine bir delil getirilemeyeceğini zannediyorlardı. Bu sebeple âyette onlara önce, Allah’ın insanlardan sadır olan her düşünce ve fiili bildiğine gerçekten inanıp inanmadıkları sorulmuştur. İç yüzleri böylece ortaya konulduktan sonra, hata ettikleri noktaya işaret edilerek, Allah’ın gizli-açık her şeyi bildiği, O’ndan hiçbir şeyin saklanamayacağı hatırlatılmıştır. Bu cümleden olarak Allah, onların gizlediği küfrü, açıkladığı imanın hakikatini[18], dostlarına söyledikleri sözleri, Peygamber Efendimiz’in önceki kitaplarda geçen vasıflarını gizlediklerini bilmektedir[19].

Tefsirlerde, âyetin başındaki istifhâmın (sualin) tevbîh ve azarlama mânâsında olduğu açıklanmıştır[20]. Yani Cenâb-ı Hak bu âyette, ilmi ve kudreti hususunda cahilce davranan yahudileri tekidli bir ifadeyle azarlayıp îkâz etmektedir.

O’nun İçin Gizli İle Açığın Farkı Yoktur

Cenâb-ı Hakk’ın âyette, “gizledikleri şeyler”i “açıkladıkları şeyler”den önce zikretmesi, bütün bilgileri ihâta eden ilmini vurgulu bir şekilde beyan etmek içindir. Sanki O’na göre gizli şeyleri bilmek, açıklardan daha önce gelmektedir. Çünkü Allah’ın ilmi, malumun sûretinin ortaya çıkmasına bağlı değildir. Bu durumda bariz olan eşyâ ile gizli olanı bilmesi arasında bir fark yoktur. Bunun bir benzeri de şu âyettir:

“De ki: İçinizdekini gizleseniz de, açıklasanız da mutlaka Allah onu bilir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Allah, her şeye kadirdir”[21].

Bu âyette de “gizlemek”, “açıklamak”tan önce zikredilmiştir. Cenâb-ı Hak, burada, kâfirleri gizliden gizliye dost edinen mü’minlere hitab etmektedir[22]. Onların kâfirlerle dostluk kurmaları Allah’a gizli kalmaz. Göklerde ve yerde var olan hiçbir şey Allah’a gizli kalmadığına göre, sadırlardaki şeyler nasıl O’ndan gizlenebilir?! Düşünceleri de yaratan O değil midir?! İnsan iyice tefekkür ederek böyle yanlış düşünce ve davranışlardan vazgeçmelidir. Aksi takdirde azaba uğraması muhtemeldir[23].

Zemahşerî’ye göre, Allah Teâlâ, her şeyi bildiğini hatırlatarak kullarını sakındırmaktadır. Çünkü Allah, “ilim”le vasıflanan diğer varlıklara benzemez. O’nun ilmi bütün mâlûmları ihâta etmektedir. Bu îkâz sayesinde kullar, Allah Teâlâ’nın, her hâllerini muhakkak sûrette bildiğini ve günahkârları cezalandırabileceğini bilirler. Mesela bir kimse sultanın kendi ahvâlini öğrenmek istediğini, davranışlarını tâkip etmek ve işlerinin iç yüzünü anlamak için gözcüler ve câsuslar saldığını fark edince, hemen tedbirini alır, uyanık davranarak hata yapmaktan sakınır. Hâl böyle iken gizli-açık her şeyi bilen ve her şeyin hâmîsi, koruyup gözeticisi olan bir Alîm’in varlığını bilen kişinin daha fazla sakınması ve hareketlerine dikkat etmesi gerekmez mi?

Zemahşerî, bu izahtan sonra şu duaya sığınır:

“Allah’ım! Her şeyi bildiğin hâlde günahlarımızı örterek bizi cezalandırmayışına aldanmaktan sana sığınırız!”[24].

Allah Teâlâ, âyet-i kerimede ilminin mâhiyetini tekitli bir şekilde açıkça ortaya koyduktan sonra, her şeye kâdir olduğunu da bildirmiştir. İbn-i Âşûr bu hususta der ki:

“Bu bir nevi tehdittir. Tehdit eden kişinin dediğini yapmasına iki şey mâni olabilir: Biri mücrimlerin işlediği suçu bilmemesi, diğeri de söylediği şeyi gerçekleştirmekten âciz olması. Allah Teâlâ, burada insanlara, ilminin genişliğini ve kudretinin sonsuzluğunu beyan etti ki, O’nun ikâbından kaçmanın mümkün olmadığını kesin olarak anlayabilsinler”[25].

Görüleni De Görülmeyeni De Bilir

Konumuzla ilgili diğer bir âyet-i kerime şudur:

“Allah Teâlâ, her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi ziyade edeceğini bilir. Onun katında her şey ölçü iledir. O, görülmeyeni de görüleni de bilir; çok büyüktür, yüceler yücesidir. Sizden, sözü gizleyenle açığa vuran, geceleyin gizlenenle gündüzün meydanda gezen (onun ilminde) eşittir”[26].

Allah Teâlâ, gerek insan gerek diğer canlılardan herhangi bir dişinin neye gebe olduğunu, hangi tohumdan döllenip hâmile kaldığını, helâlden mi yoksa haramdan mı meydana geldiğini, yaşayacak mı yaşamayacak mı, erkek mi dişi mi, saîd mi şakî mi, mü’min mi kâfir mi… olacağını, hâsılı her şeyi bilir. Rahimler gebe kalınca nasıl çalışır, hangi maddeleri üretir, hangi toksinleri atar, hangilerini salgılayıp ceninin gelişmesine katkı sağlar, kendi bünyesinden gizliden verdiği, eksilttiği nedir, artırdığı, kazandığı nedir, beslediği, büyüttüğü nedir? Hamileliğinde neyi sakatlar, neyi tamamlar? Ayrıca bütün bu çalışmaların sonucunda doğacak olan erken mi, geç mi, yoksa tam zamanında mı doğacaktır? Bir tane mi, yoksa ikiz veya daha fazla mı olacaktır? İşte Allah, bütün canlı türlerinde bunlara benzer bilinmez sanılan gizli şeylerin hepsini bütün ayrıntılarıyla bilir. O’nun ilmi ile ihâta edilmiş olmayan hiçbir şey yoktur.

Burada biraz durup düşünelim. Aynı anda kaç insan ve diğer canlılardan kaç dişi hâmile kalmaktadır! Her birinin hâmilelik süresi farklıdır. Bütün yavruları tek tek ve büyük bir sanatla kusursuz yaratıp geliştiren Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ve kudreti ne yücedir!

Ancak ilâhî bilgi gözleme dayalı bir bilgi değildir. O, hayatı yönlendiren ve bildiğini bildiği ve dilediği gibi yapan, yaratan, hiçbir kayıtla da sınırlı olmayan bir kudret sahibinin ilmidir. O’nun ilmi bütün incelikleri, bütün tedbirleri ve sonuçları ihtiva eden bir bilgidir. Her şeyin kendi özünde, herhangi bir varlık mertebesinde meydana gelişi veya buna kabiliyetli oluşu, Allah Teâlâ’ya göre hazır bir ilimdir. Zira O, olacağı da olmuş gibi bilir. Allah, duyularla algılanamayan şeyleri de hazır olanı da, yok alanı da mevcut olanı da bilir. Şu halde Allah Rasûlü’nden başka türlü bir âyet, değişik bir mûcize isteyenlerin, bunu hidâyet için mi, inat için mi istediklerini de bilir. O’nun ilim ve kudreti dışında kalacak ve huzuruna çıkıp hesap vermeyecek hiç bir şey yoktur. O’nun açısından sözünü gizleyen, inkârı gönlünden geçiren, onu başkasına söyleyen, geceleyin saklanan ve gündüz açıkta gezip dolaşan arasında fark yoktur. Yani hepsini eşit olarak ve aynı seviyede işitir, görür ve bilir[27].

Âyet-i krîmede geçen “مُسْتَخْف” kelimesi, yapısı îtibarıyla gizlilikte mübâlağa ifade etmektedir. Yani ne kadar gizli olursa olsun Allah onu bilir, demektir. Allah’ın, gizliliği, ızhardan önce zikretmesi de ilminin kemâlini ortaya koymak içindir[28].

Seyyid Kutub, insan hissinin bu âyetlerdeki tasvir üslûbu, ibarelerdeki tatlı mûsikî ve Allah’ın ilmî kudreti karşısında nasıl dehşete düştüğünü izah eder. Sonra da: “Herhangi bir mücerret önerme nerede, Allah Teâlâ’nın sözünde zuhur eden bu alandaki küllî hakikat nerede!?”[29] diyerek bu âyetlerin rastgele söylenen ve tahakkuk imkânı olmayan beşer sözleriyle hiçbir zaman mukâyese edilemeyeceğini anlatır.

Bu âyetlerde verilen misaller, Allah’ın bütün gayblara ve gizliliklere muttalî oluşundan kinâyedir. Çünkü rahimlerdeki gayb, bunun en açık misâlidir. Ve bu sadece mücerred bir bilme değildir. Allah Teâlâ bütün her şeyi ince, dakîk ve umûmî bir nizâm ve ölçü ile en güzel şekilde gerçekleştirmektedir[30].

Gizlinin Gizlisini de Bilir

Cenâb-ı Hakk’ın, gizli açık her şeyi bildiği hususuna bu kadar çok temas etmesinin sebebi, insanları gafletten uyandırmak sûretiyle küfür bataklığından kurtarmak ve sâdece kendisine kulluk yapmalarını sağlamaktır. Bunu en güzel şekilde ifade eden âyetlerden birisi ise şudur:

“Göklerde ve yerde gizli olan her şeyi açığa çıkaran, sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bilen Allah’a secde etmeleri gerekmez mi?”[31].

Âyet-i kerîmede geçen الخَبْء kavramı özlü bir ifadeyle “gizlenmiş şey” demektir. Müfessirlerin beyanına göre gizlilikte mübâlağa ifade eder. İster gökten inen yağmur ve yerdeki bitkiler olsun, isterse yerin ve göklerin sırları olsun fark etmez, bu, uçsuz bucaksız kâinâtta gayb perdesinin ötesinde gizlenmiş bulunan her şeyi içine alan kinâyeli bir sözdür. Âyetin, “gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı” kısmı göklerde ve yerde gizlenmiş olan sırların insanın iç âleminde gizlenmiş olan sırlar ile karşılaştırılmasıdır. Bu ifade insanın psikolojik dünyasının, gizli-açık her şeyini kuşatmaktadır[32].

Râzî, âyetin güneşe tapanlara bir reddiye olduğunu söyler. Şöyle ki: Kendisine tapılacak ilâh gizli şeyleri çıkarmaya kâdir olmalı ve saklı şeyleri bilmelidir. Güneş ise böyle değildir, o hâlde ona secde etmek de doğru bir davranış değildir[33].

Bu konuda son bir âyet-i kerîmeye daha bakalım:

“Bütün göklerde olanlar, bütün yerdekiler, bu ikisinin arasında ve toprağın altıda bulunanlar hep O’nundur. Sen sesini yükseltsen (de, yükseltmesen de birdir), şüphesiz O gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir”[34].

Hâsılı, varlık âleminde görünen bütün hikmetler, Allah’ın gizli açık her şeyi kuşatan ilmine işaret etmektedir. Muhteşem bir ölçü ve ahenk içindeki mevcudat, O’nun ilminin muhît olduğunu gösterir. Çünkü nizam ile iş görmek ilmi gerektirir. Ölçü, tartı ve plân ile sanatkârane iş yapan, elbette kuvvetli bir ilme istinad etmelidir. Çünkü binlerce durum içinden muntazam, sanatlı ve hikmetli bir hâli seçmek, ancak derin bir ilimle mümkün olur. Bütün hayat sahibi varlıklara uygun bir tarzda ve münasip bir vakitte ummadığı yerden rızıklarını vermek, ancak bir ilm-i muhîtle mümkündür. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları, ihtiyaç vaktini ve miktarını bilecek ki, rızkı güzel bir şekilde verebilsin.

b. Yerde ve Göklerde Bulunan Her Şeyi Bilir

Aslında önceki konu bunu da ihtivâ etmektedir. Lâkin üzerinde daha derin tefekkür edebilmek için mevzûyu biraz daha îzah etmek istiyoruz.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de bu husûsa sık sık temas etmektedir. Zira insana, Allah’ın ilmini gösteren pratik ve müşahhas bir misal vermek gerektiğinde, ilk olarak O’nun yerde ve gökte bulunan her şeyi bildiğini ifade etmek gerekir. Çünkü insanın bunlarla münasebeti daha sıkı ve canlıdır. Bunu bilen insan, Allah’ın ilmini daha iyi kavrar.

En’âm Sûresi’nde şöyle buyrulur:

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; bunları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarına gömülen bir tane, hâsılı yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır”[35].

Öncelikle şuna temas edelim ki, Kur’ân-ı Kerîm, ilahî hakikatleri ekseriya müşahhas bir üslupla anlatır. Mücerret üslupla “Allah’ın ezelî ilminin dışında hiçbir şey olmaz” gibi bir ifade yerine, burada buyrulduğu gibi çok canlı, uçsuz bucaksız bir manzara içine giriveririz. Mesela: “O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez” cümlesi, muhatabı dünya genişliğinde bir ormana çekiyor. Her taraf yemyeşil ve her yer sayılara sığmayacak kadar yaprakla dolu… “Bunlardan birinin sessizce düşmesi bile O’nun izni dışında olmaz” ifâdesiyle, varlıkta olan biten her şeyin Allah’ın izni ile olduğu pek etkili bir tarzda anlatılıyor.

Bu âyet-i kerîme, Allah’ın ilim vasfını beyan etme açısından hakikaten büyük bir azamet taşımaktadır. Burada anlatılan bir bilme ile insan ilminin hiçbir alakası yoktur. Bir insan âyette sayılan hususları -velev araştırma neticesinde bile olsa- bildiğini iddia edemez. İşte Kur’ân, bu tür ifadeleri sebebiyle de insanüstü bir husûsiyete sahiptir ve kendisini gönderen zâtın yüce kudret sahibi Allah Teâlâ olduğuna delalet etmektedir.

Daha açılmamış, vücuda gelmemiş, insan ilmi ulaşamamış o kadar gayb hazineleri vardır ki, bütün bunların kapıları veya anahtarları ancak Allah’ın katında, O’nun elindedir. Onları, Yüce Zâtı’ndan başka kimse bilemez. Allah Teâlâ, bütün bu gaybları bildiği gibi, hâl-i hazırdaki bütün varlıkları da, bütün teferruat ve kısımlarına varıncaya kadar bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onun ne zaman ve nereye düştüğünü, havada kaç defa döndüğünü bilmesin. Yerin karanlıklarına düşen bir tanenin ne zaman biteceğini, kim tarafından yenileceğini de bilir. Ne yaş, ne kuru hiçbir şey yoktur ki hepsi Allah’ın katında açık bir kitapta olmasın. Görünmeyen ve görünen, düşünülen ve hissedilen, bütünler ve kısımlar, büyük küçük, düşme ve karar kılma, hareket ve durgunluk, hayat ve ölüm, hâsılı olmuş olacak, gizli açık her şey bütün genişliği, bütün inceliğiyle Allah’ın ilmi dâhilindedir[36].

Âyette geçen “عِنْدَ” zarfının önce zikredilmesi, ihtisas içindir. Bu durumda mânâ şöyle olur: Bu keyfiyette bir bilme vasfı sâdece Allah Teâlâ’ya mahsustur, bu vasfa başkasının iştiraki söz konusu değildir. Daha sonra gelen “Bunları O’ndan başkası bilmez” kısmı da bu mânâyı teyid etmektedir[37].

Âyette yaprağın düşmesi ile yerin karanlıklarındaki tanenin zikredilmesi, bazı müfessirler tarafından ulvî ve süflî âlemden birer misal olarak anlaşılmıştır. Yani “Allah, bunlar gibi var olan bütün mevcûdâtı ve ahvâli bilir” mânâsı kastedilmektedir[38].

M. Hamdi Yazır, doğrudan doğruya cisimlerin düşme ve hareketlerinden değil de, yaprağın ve tanenin sükûtundan bahsedilmesinin, Allah’ın ilminin çokluk ve inceliğini tasvir etmek için olduğunu ve yerde karanlıklara bir tane düşmesinin gök boşluğunda cisimlerin sükût ve hareketlerini bilmeye bir anahtar teşkil edebileceğini söyler. Daha sonra da hayranlığını şöyle ifâde eder:

Bu âyetin önce görünmeyenden görünene, düşünülenden hissedilene, sonra derece derece hissedilenden düşünülene, görünenden görünmeyene giden öyle bir ince tertibi vardır ki, bunun ne açıklaması biter, ne incelikleri tükenir[39].

Seyyid Kutub da bu âyet hakkında geniş açıklamalarda bulunarak belâğatı, üslûbu ve muhtevâsındaki ilâhî azameti ortaya koymaya çalışır. Şöyle der:

“Bu anlatılanlar, Yüce Allah’ın kapsamlı ve her şeyi kuşatıcı ilminin bir tablosudur. Zaman ve mekânda, yerde ve gökte, karada ve denizde, yerin altında ve gök tabakalarında diri, ölü, kuru ve yaş hiçbir şey bu bilgiden kaçamaz. Ancak bizim -insan olarak bilinen üslûbumuzla- söylediklerimiz nerede, Kur’ân’ın bu olağanüstü ahengi nerede? Bizim, yalnızca ezbere söz söylemekten ibaret olan ifademiz nerede, şu derin olduğu kadar gönüllere ilham akıtan tasvir nerede? İnsan hayâli, bu kısacık âyetin ötesine geçip bilinen ve bilinmeyen ufuklara, görünen ve görünmeyen âleme kanatlanıyor. Uçsuz bucaksız kâinâtın her köşesinde ve görünen âlemin sınırlarının ötesinde adım adım Allah’ın ilmini izliyor. Her vâdide, her derede çeşitli tablo ve sahnelerle karşılaşırken insanın içi ürperiyor. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecekte mühürlü boyutları, ufukları ve derinliği bitmez tükenmez gaybın perdelerini kaldırıyor ya da kaldırmaya çalışıyor. Hâlbuki bilinmezliklerin anahtarı Yüce Allah’ın katındadır, O’ndan başkası bilemez. İnsanın hayâli, bütünüyle Allah’ın bilgisine açık karanın bilinmezliklerinde, denizin dipsiz derinliklerinde dolanıp duruyor. Yeryüzünün tüm ağaçlarından kopan sayısız yaprakları izliyor. Allah Teâlâ, orada, burada ve şuracıkta kopan her yaprağı görmektedir. Yerin derinliklerinde gizlenmiş hiçbir tane Allah’ın gözünden kaçamaz. İçindeki hiçbir şeyin Allah’ın kuşatıcı ilminin dışında kalmadığı uçsuz bucaksız kainatta yer alan yaş, kuru her şey onun kontrolündedir. Bu, başları döndüren ve akılları şaşırtan bir gezintidir. Zamanın boyutlarına, mekânın ufuklarına, görülen ve görülmeyenin, bilinen ve bilinmeyenin derinliklerine yapılan bir gezintidir. Mesafesi oldukça uzun, alanı son derece geniştir. Hayâl, bu gezintiyi tüm boyutlarıyla düşünmekten âciz kalıyor. İşte bu tablo, böyle birkaç kelimede, son derece titiz, eksiksiz ve kapsamlı bir şekilde çizilmektedir”[40].

İşte Kur’ân’ın bu üslûbu açık bir mûcizedir. Şu kısacık âyeti okuduğumuzda, bu sözü bir insanın söyleyemeyeceğini, üzerinde insan damgası bulunmadığını derhal anlarız. Çünkü insan düşüncesinin böylesine geniş ufuklara ulaşması mümkün değildir. Yeryüzünün her köşesindeki ağaçlardan kopan yaprakları gözetip saymak insanın ilgi alanına giren bir konu değildir. Böyle bir şey onun aklına bile gelmez. İnsan düşüncesinin, yerin karanlıklarında gizlenmiş tek tek her bir tohumla da ilgisi yoktur. O, sadece toprağın altına attığı tohumun gelişmesini gözleyebilir. Toprağın karanlıklarında örtülü tanenin sayısını ise ancak Yaratan bilir ve bundan söz etmek de sadece O’na yakışır. “Yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır” ifadesindeki kesinlikle, beşerî sözlerin alâkası nedir? Bu konuda insanın en fazla yapabildiği, elindeki yaş ve kuru şeylerden istifâde etmektir. Yaş, kuru her şeyin sayısını bilen ve bundan söz eden ancak Yüce Yaratıcı’dır…

Zerre Ağırlığınca Bir şey Bile Gizli Kalmaz

Bu husustaki diğer bir âyette Allah Teâlâ Peygamber Efendimiz’e hitap ederek şöyle buyuruyor:

“Ne zaman bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şâhidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın.”[41].

Hitap Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e olmakla birlikte onun düşmanları îkâz edilmektedir. Allah Rasûlü’nün endişeleri bertaraf edilerek vazifesi husûsunda mânen teyid edilmektedir[42].

“Apaçık” diye tercüme edilen “mübîn” kelimesi, Allah’ın il­minin kesinliğini ve ihtimallerden uzak olduğunu ifade eder[43].

Allah Teâlâ, insanın bütün yaptıklarını görüp bildiğini ifade ettikten sonra, var olan en küçük şeylerin dahi ilm-i ilâhîsinden kaçamayacağını bildirmekle, bütün mâzeret kapıları kapatmış ve insanlara acziyetlerini bir daha hatırlatmıştır.

Âyet-i kerîmede evvela “Ne zaman bir işte bulunsan” diye umumî bir ifade kullanıldıktan sonra bir de özellikle Kur’ân okumaktan bahsedilmesi ve bu cümleden önce şân zamirinin getirilmesi, Peygamber Efendimiz’in en büyük işinin Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup tebliğ etmek ve anlatmak olduğunu göstermektedir[44].

İlmine Nihâyet Yoktur

İlâhî ilmin sonsuzluğunu anlamak için, son olarak şu âyete bakalım:

“Yere giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen ne varsa O, hepsini bilir. O Rahîm’dir, Ğafûr’dur”[45].

İnsan, bu âyetleri okuyunca; acayip nesnelerin, hareketlerin, hacimlerin, şekillerin, anlamların ve yapıların yığın yığın görüntüsü ve çağrışımı zihnine üşüşür. Bunları hayale sığdırmak bile mümkün değildir. Bu âyetin işaret etmek istediği hâdiselerin sadece bir an içinde olup biten kısmını araştırmak ve sayıya vurmak üzere bütün insanlar biraraya gelseler ve tüm hayatlarını bu işe adasalar, o “bir an” içinde kaç nesne gökten yere iniyor, kaç nesne yerden göğe yükseliyor, tesbit edemezler. Acaba yeraltına nice şeyler giriyor? Bu yerin bağrına nice tohumlar düşüyor, ya da ekiliyor? Bu yerin altında nice kurtlar, nice böcekler, nice sürüngenler barınıyor?.. Bu uçsuz-bucaksız toprağa nice su damlaları, nice gaz molekülleri ve nice radyoaktif ışınlar sızıyor? Evet, nice nice şeyler geçiyor toprağın altına! Hepsi de Yüce Allah’ın gözetimi altında! Topraktan nice şeyler çıkıyor? Nice bitkiler filizleniyor? Nice kaynaklar fışkırıyor? Nice yanardağlar, volkanlar lâv püskürtüyor? Nice gazlar buharlaşıyor? Nice saklı nesneler ortaya çıkıyor? Nice böcekler gizli yuvalarından yeryüzüne çıkıyor? Nice güçler, melekler, ruhlar, dualar, yankılar semaya yükselip çıkıyor. Görülebilen ve görülemeyen nice nice şeyler… İnsanın sadece bir kısmını bilebildiği ve çoğunu bilemediği nice cansız nesneler ve hayvanlar… Acaba gökten nice şeyler yere düşüyor? Nice yağmur damlaları, nice yıldız mermileri, nice yakıcı ışınlar, nice aydınlatıcı ışınlar… Nice “kaza” okları ve nice belirlenmiş “kader”ler… Nice “rahmet”ler… Bir kısmı tüm varlıklara şâmil, ancak bir kısmı bazı kulları husûsî olarak bürüyen rahmetler…

Bunların hepsi bir an içinde olup bitiyor. Acaba bir tek ânın hâdiselerini insan bilgisi kavrayabilir mi? İnsanoğlu uzun ömürler harcasa bile bu hâdiseleri sayabilir mi? Hâlbuki Yüce Allah’ın sınırsız, akla sığmayan ve engel tanımayan ilmi bütün bu hâdiseleri -nerede ve ne zaman olursa olsun- ihâta eder. Niyetleri, duyguları, kasılmaları ve atışlarıyla bütün kalpler yüce Allah’ın gözetimi altındadırlar.

Kur’ân’ın bunun gibi bir tek âyeti bile bu kitabın insan sözü olmadığını isbâta kâfîdir. Çünkü böylesine âlemşümûl bir düşünce, tabiî olarak hiçbir insanın aklının ucundan geçmez. Bir tek dokunuşta bu kadar çarpıcı ve yaygın bir tesir meydana getirebilmek, ancak tüm kâinâtın yaratıcısı olan Yüce Allah’ın sanatıdır. Kulların sanatı buna benzemez. Bu ifadenin gerek şiir gerekse düzyazı olarak şimdiye kadar söylenmiş ve yazılmış olan insan sözleri içinde bir benzeri yoktur. Gerçek şu ki, her türlü noksanlıktan münezzeh olan Yüce Allah, zâtını ve ilmini, insan hayalini aşan sıfatlarla nitelemektedir[46].

Kur’ân-ı Kerîm’i basiretle inceleyen her insan, bahsedilen konulardan anlar ki onu gönderen zât, bütün kâinatı zâhir ve bâtınıyla açık bir şekilde, göz önünde duran tek bir sayfa gibi görmekte, istediği gibi çevirmekte ve o sayfanın mânâlarını istediği tarzda söylemektedir. Kâinâtın genişliği düşünüldüğünde ise, Allah’ın ilim ve kudretindeki üstünlük daha çok ortaya çıkar.

c. Kullarının Yaptığı Her Şeyi Bilir

Azamet sahibi bir ilah olduğunu ve bütün insanları yarattığını ilan eden bir Yüce Zât’ın, kullarının her hâlini ve hareketini bilmesi zarûrîdir. Aksi takdirde iddialarının doğruluğu ispat edilememiş olur ve azametine nakisa gelir. Bu sebeple Kur’ân’da pek çok defa, Allah’ın insanların yapıp ettiği her şeyi bildiği hatırlatılır. Bu hatırlatmalar Rab-kul münâsebetleri açısından son derece elzemdir. Zira insanlar, Allah’ın bütün davranışlarını bildiğini düşününce, kötülüklerden uzaklaşarak amellerini güzelleştirirler. Rab’lerinin istediği gibi bir kul almaya gayret ederler.

Allah Teâlâ, kullarına bazı hükümler indirdiğinde, hemen akabinde yaptıkları her şeyi bildiğini hatırlatarak onları dürüstlüğe, adâlete ve iyiliğe yönlendirir. Meselâ borçlanma, şâhitlik, rehin gibi meselelerde yapılması îcâb edenleri bildirdikten sonra sözü, “Her ne yaparsanız Allah onu bilir”[47] şeklinde tamamlar. Böylece borca sadâkatsizlik, şahâdeti gizlemek, rehin bırakılan emânete ihânet gibi yanlış hareketlerden kullarını sakındırır. Çünkü bir kişi yaptığı en küçük şeylerin dahi Allah tarafından bilindiğine inandığında O’nun emirlerine muhâlefet etmekten korkar, yaptıklarının karşılığını -iyi veya kötü- mutlaka göreceğini bilir[48].

Mukâtil şöyle anlatır: Mekke’nin fethedildiği gün Rasûlullah (s.a.v), Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üstüne çıkıp ezan okumasını emretmişti.

Attâb bin Esîd:

“–Allah’a hamdolsun ki babam daha önceden öldü de bu günü görmedi” dedi.

Hâris bin Hişâm:

“–Muhammed, müezzin olarak şu kara kargadan başkasını bulamamış mı?” dedi.

Süheyl bin Amr:

“–Allah bir şeyi diledi mi onu değiştirir” dedi. Ebu Süfyân da:

“–Ben bir şey söylemeyeceğim. Çünkü semânın Rabbının bunları Muhammed’e haber vermesinden korkarım” dedi.

Cibrîl (a.s) Peygamber Efendimiz’e gelerek bu sözleri haber verdi. Allah Rasûlü (s.a.v), onları çağırıp ne söylediklerini sordu. Onlar da bu sözleri ikrar ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hucurât Sûresi’nin 13. âyetini indirip onları birbirlerine karşı soy, sop, mal-mülk çokluğu gibi şeylerle övünmekten ve fakirlerle alay etmekten menetti[49].

Diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Geceleyin sizi öldüren (uyutan), gündüzün de ne yaptığınızı bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonunda dönüşünüz yine O’nadır. Sonra O, bütün yaptıklarınızı size haber verecektir”[50].

Kullarının gece veya gündüz işlediği her ameli bilen Allah, kıyâmet günü onlara yaptıklarını bildirecek ve karşılığını verecektir[51]. Allah’ın bilmesi ve görmesi için gece karanlığı mâni değildir. O, gündüz bildiği gibi gece de bilir.[52]

Bu mânâdaki pek çok âyet-i kerîmede dikkat çeken bir diğer husus ise, Cenâb-ı Hakk’ın “Habîr” ism-i şerîfinin kullanılmasıdır. Mesela: “Allah yapmakta olduğunuz şeylerden haberdârdır”[53]. “Muhakkak ki O, sizin yaptığınız her şeyden haberdârdır”[54] buyrulur. Yani, sizlere akıl, temyiz ve eşyaya hükmetme gücü verdikten sonra Allah’ın, amel ve hareketlerinizden habersiz olduğunu ve yeryüzündeki hilâfet vazifesini nasıl yaptığınızı bilmediğini düşünmemelisiniz[55].

Cenâb-ı Hakk’ın الخبير ism-i şerîfi, “Hiçbir şey gizli kalmayacak tarzda bilen”[56], “Kendisinden gizli haberler saklı kalmayan, mülkünde olup biten her şeyden, hareket eden bir zerreden bile haberdar olan”[57] mânâlarına gelir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın, kullarının davranışlarından haberdar olduğunu bildirirken Habîr ismine vurgu yapması, ilminin genişlik ve derinliğine işaret etmek içindir.

Sonradan yaratılmış bir varlık, bütün insanların fiillerini bilmek bir tarafa, sadece bir kişinin bütün fiillerini bile takip edemez. Böyle bir iddia ancak Hâkim-i Mutlak ve Allâmü’l-ğuyûb olan Allah’a yaraşır. O hâlde, bu tür ifadeleri ihtivâ eden Kur’ân-ı Kerîm de O’nun kelâmıdır.



[1] Fussılet, 47.

[2] Râzî, XXVII, 117; İbn-i Âşûr, XXV, 5 (Fussılet, 47).

[3] Mevdûdî, V, 203, (Fussılet, 47).

[4] Kutub, Fî Zılâl, V, 3129, (Fussılet, 47).

[5] el-İsrâ, 85.

[6] el-Kehf, 65.

[7] Buhârî, Tefsîr, 18/4.

[8] el-Bakara, 30-33.

[9] Bkz. Râzî, II, 193-194; Kurtubî, I, 278, (el-Bakara, 30-33).

[10] Kurtubî, I, 278, (el-Bakara, 30).

[11] Ebu’s-Suûd, I, 83, (el-Bakara, 30-33).

[12] Meselâ bkz. Kurtubî, I, 287, (el-Bakara, 32).

[13] Celâleyn, s. 7, (el-Bakara, 32).

[14] İbn-i Âşûr, I, 418, (el-Bakara, 33).

[15] el-Bakara, 77.

[16] Taberî, I, 523, (el-Bakara, 76).

[17] Yazır, M. Hamdi, I, 391-392 (el-Bakara, 76).

[18] Zemahşerî, I, 77, (el-Bakara, 77).

[19] Taberî, I, 527, (el-Bakara, 77).

[20] Kurtubî, II, 4; Ebu’s-Suûd, I, 118, (el-Bakara, 77).

[21] Âl-i İmrân, 29.

[22] Taberî, III, 309, (Âl-i İmrân, 29); Vâhidî, s. 104-15.

[23] Bkz. Taberî, III, 312; Râzî, VIII, 14; Celâleyn, s. 45; Ebu’s-Suûd, II, 23, (Âl-i İmrân, 29).

[24] Zemahşerî, I, 169, (Âl-i İmrân, 29).

[25] İbn-i Âşûr, III, 222, (Âl-i İmrân, 29).

[26] er-Ra’d, 8-10.

[27] Bkz. Zemahşerî, III, 100; Beydâvî, III, 147; Celâleyn, s. 206; Yazır, M. Hamdi, IV, 2962-2964, (er-Ra’d, 8-10).

[28] Ebu’s-Suûd, V, 8, (er-Ra’d, 10).

[29] Kutub, Fî zılâl, IV, 2048, (er-Ra’d, 8-11).

[30] Bkz. Bûtî, Ravâi‘, s. 239-240.

[31] en-Neml, 25.

[32] Bkz. Taberî, XIX, 182-183; Şevkânî, IV, 134; Kutub, V, 2639; İbn-i Âşûr, XIX, 255, (en-Neml, 25).

[33] Râzî, XXIV, 165, (en-Neml, 25).

[34] Tâhâ, 6-7. Ayrıca bkz. el-Kasas, 69. es-Secde, 6. Hûd, 5.

[35] el-En’âm, 59.

[36] Bkz. Yazır, M. Hamdi, III, 1947; Ebû Hayyân, IV, 145-146, (el-En’âm, 59).

[37] İbn-i Âşûr, VII, 270-271, (el-En’âm, 59).

[38] Ebu’s-Suûd, III, 143; Ebû Hayyân, IV, 146, (el-En’âm, 59).

[39] Yazır, M. Hamdi, III, 1948. Âyetteki inceliklerin bir kısmı için bkz. Râzî, XIII, 8-10; Ebû Hayyân, Bahru’l-Muhît, IV, 146; Kutub, Fî Zılâl, II, 1113, (el-En’âm, 59).

[40] Kutub, Fî Zılâl, II, 1111-1113, (el-En’âm, 59).

[41] Yûnus, 61.

[42] Mevdûdî, II, 344, (Yûnus, 61).

[43] İbn-i Âşûr, XI, 251; Karaman ve dğrl., Kurân Yolu, III, 128, (Yûnus, 61).

[44] Zemahşerî, III, 17; Ebu’s-Suûd, IV, 156, (Yûnus, 61).

[45] Sebe’, 2.

[46] Kutub, Fî Zılâl, V, 2891-2892, (Sebe’, 2-3).

[47] el-Bakara, 283. Ayrıca bkz. Yûsuf, 19; en-Nûr, 28, eş-Şuarâ, 188.

[48] Râzî, VII, 107, (el-Bakara, 283).

[49] Vâhıdî, s. 411; Kurtubî, XVI, 223, (el-Hucurât, 13).

[50] el-En’âm, 60.

[51] Zemahşerî, II, 71, (el-En’âm, 60).

[52] Allah’ın, kullarının yaptığı fiilleri tamamıyla bildiğine dair pek çok âyet vardır. Bunların bir kısmı için bkz. en-Nahl, 91; el-Hac, 68; el-Mü’minûn, 51; en-Nûr, 28; eş-Şuarâ, 188; eş-Şûrâ, 25. Cenâb-ı Hak, birçok âyette de kullarının yaptığından “gâfil olmadığını” haber verir. Misal için bkz. el-Bakara, 74, 85, 140, 144, 149; Âl-i İmrân, 99; el-En’âm, 132; Hûd, 123; en-Neml, 93.

[53] el-Bakara, 234.

[54] en-Neml, 88. Benzer ifadeler için bkz. el-Bakara, 234, 271; Âl-i İmrân, 153, 180; el-Mâide, 8; et-Tevbe, 16; Hûd, 111, en-Nûr, 30, 53; Lokmân, 29; el-Hadid, 10; el-Mücâdele, 3, 11, 13; el-Haşr, 18; el-Münâfıkûn, 11; et-Teğâbun, 8.

[55] Mevdûdî, IV, 150, (en-Neml, 88).

[56] Taberî, II, 701, (el-Bakara, 234).

[57] Yıldırım, Kur’ân’da Ulûhiyet, s. 139.

%d bloggers like this: