Kureyş müşrikleri azgınlıklarını artırıp, kendilerine verilen nimetlere nankörlük ederek Allah Resûlü’nü yalanladılar. Resûlullâh’a tabi olan Müslümanları da işkencelere mâruz bırakıp yurtlarından ve yuvalarından çıkardılar. Bunun üzerine Yüce Allah Peygamberimiz’e onlarla savaşma izni verdi. Zalimlere karşı kendisine yardım edeceğini de va’d buyurdu. Müşriklerle savaşmaya ilk defa izin veren âyette şöyle buyrulmaktadır:
“Kendilerine savaş îlân edilen (Müslüman)lara, zulme uğradıklarından dolayı, savaşmaya izin verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye her yerde ve her zaman kâdirdir. Onlar, «Rabbimiz Allah’tır» demekten başka bir sebep olmaksızın, haksız yere yurtlarından çıkarıldılar.” (el-Hac 22/39-40)
Diğer âyet-i kerîmelerde ise savaşa izinle birlikte ihtiyaç duyulduğu zaman Müslümanların savaşmaları hatta yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve dîn yalnızca Allah’ın oluncaya kadar cihâda devam etmeleri gerektiği beyan edilmektedir:
“Fitne kalmayıncaya kadar o (müşriklerle) savaşın! Vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur.” (el-Bakara 2/193)
“Artık fitne kalmayıncaya ve din tamâmen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (el-Enfâl 8/39)
Bu ilâhî beyanlar geldikten sonra Peygamber Efendimiz, Allah Teâlâ’nın emirlerinin insanlara ulaştırılmasına engel olan din düşmanları üzerine gazalar ve seriyyeler tertip etmiştir.
Müslümanlara, müstekbirlerin Allah yolundan alıkoymak için çıkardıkları mânileri yok etmek üzere cihad etmeleri, bütün güçleriyle gayret göstermeleri farz olmuştur. Bunu emreden pek çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif bulunmaktadır. Hatta Cenâb-ı Hak gerektiğinde cihâd etmeyi en karlı ticaret olarak tavsif etmektedir:
“Ey îmân edenler! Elem verici bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Bu, Allah’a ve Resûlü’ne inanmanız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad etmenizdir. Bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (es-Saff 61/10-11)
Umûmî mânâda baktığımız zaman, kişinin nefsini tezkiye ve terbiye ile uğraşması cihaddır. (Tirmizi, Cihad, 2) Allah’ın emirlerini ihlasla yerine getirmek ve haramlarından kaçınmak cihaddır. (Nesâi, Hac, 4) Müslüman kardeşine nasihatte bulunmak, gayr-i müslüm birine İslâm’ı delilleriyle anlatıp iknâ etmek cihaddır. (İbn-i Hanbel, III, 456) Müslümanın dinini, namusunu, canını, vatanını, malını mülkünü korumak, İslâmı yaymak ve buna mâni olan engelleri ortadan kaldırmak için mücadele ve muharebe etmek de cihaddır.[1]
Dolayısıyla cihad, nefisleri ıslah edip Allah Teâlâ’nın rızâsı için i’lây-ı kelimetullâh uğrunda fert ve cemiyet olarak İslâmî bir hayat yaşama maksadıyla mümkün olan bütün cehd ve gayreti sarfetmektir. Allah Resûlü’nün yirmi üç senelik nübüvvet hayatının bu uğurda geçtiğini söylemek mübalağa sayılmaz.
İslâm, Allah’a teslim olma, selâmet ve barış içinde yaşama manalarına gelir ve dinimizde de aslolan barıştır. Eğer Müslüman, hedeflerini savaş olmadan gerçekleştirebilecekse ve bunun imkânları varsa savaşı tercih etmez. Hatta düşman bir grupla tam harbedecekken onlar barışa yanaşacak olurlarsa sulhu kabul eder. Çünkü Allah Teâlâ:
“Eğer düşmanlar barışa meylederlerse sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et!” buyurmuştur. (el-Enfâl 8/61)
Peygamber Efendimiz de:
“Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin ve Allah’tan selâmet dileyin. Bununla birlikte eğer onlarla muhârebe etmek durumunda kalırsanız sabır ve sebat gösterin. Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurmuştur. (Bûhârî, Cihad, 112)
Allah Resûlü’nün Hudeybiye’de yaptığı şu konuşma, onun esas hedefinin savaşmak değil, insanlarla hidâyetin arasına girmiş bulunan ârizî engelleri kaldırmak olduğunu açıkça göstermektedir:
“Biz kimseyle harb etmek için gelmedik. Maksadımız Beytullâh’ı ziyârettir, umredir. Harp Kureyş’i yıpratmış ve onlara çok zarar vermiştir. İsterlerse (aramızdaki çarpışmayı bırakmak için) onlarla belli bir müddet anlaşma yapalım. Bu durumda onlar benimle insanların arasından çekilirler. Eğer ben diğer insanlara gâlip gelirsem, isterlerse, insanların girdikleri İslâm’a Kureyşliler de girerler. Şayet ben gâlip gelemezsem (Kureyşliler benimle savaşmak zahmetinden kurtulup) rahata ererler. Şayet Kureyş bu teklifimi kabul etmezse, vallâhi ben, bu din uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar savaşacağım. Muhakkak Allâh va’dini yerine getirecektir.” (Buhârî, Şurût, 15)
Efendimiz’in savaş anlayışını ortaya koyan bu sözleri, sulhun insanlar için dâimî bir durum olması gerektiğini göstermektedir. Fakat Allah Teâlâ’nın dünyada insan ve toplum hayatına koyduğu ilâhî kanunlar gereği, devamlı sulhun ve barışın olması mümkün değildir. Abdülhak Molla, devletlerin huzur ve rahat içinde olabilmeleri için dâimâ cihâda hazır vaziyette bulunmaları gerektiğini şöyle dile getirir:
Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felâh
Hazır ol cenge eğer ister isen sulh ü salâh.
Muhtelif sebep ve gâyelerle devletler ve milletler arasında savaşlar çıkmaktadır.
Bunların başında Müslümanlara yapılan saldırılara karşı koyma gelir: Bir âyet-i kerîmede bu duruma şöyle dikkat çekilir:
“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın. Fakat aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (el-Bakara 2/190)
İkinci sebep, kâfirlerin saldırılarına hedef olan zayıf durumdaki Müslümanlara yardımdır: Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلوُنَ فِى سَبِيلِ اللهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا اَخْرِجْنَا مِنْ هذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَا وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَصِيرًا
“Size ne oluyor da, «Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu beldeden çıkar, katından bize bir dost ver ve yine katından bize bir yardımcı gönder!» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınları (kurtarmak için) Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” (en-Nisâ 4/75)
Üçüncü bir sebep de İslâm’a dil uzatan ve Müslümanların Allah’ın dinini hakim kılıp yeryüzünde uygulamalarına mani olan kafirlere karşı savaştır: Bu hususta Kur’ân-ı Kerîmde şöyle buyrulur:
“Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini hâkim oluncaya kadar (kafirlerle) savaşın. Eğer vazgeçerlerse (siz de geri durun.) Zira zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (el-Bakara 2/193)
“Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü’nün haram kıldıkları şeyleri haram saymayan, hak dine itaat etmeyenlerle, boyun eğip elleriyle cizye verinceye kadar savaşın!” (et-Tevbe 9/29)
İslâm’ın cihaddan ve savaştan maksadı, din düşmanlarını öldürmek ve dinden nefret ettirmek değildir. Nitekim Efendimiz’in bütün savaşlarında öldürülenlerin sayısı takrîben 250 kişi civârındadır. (Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 21) Müslümanların savaşmaları, ancak hâkimiyet ve idâreyi elde ederek İslâm’ı uygulamakla Allah’ın dinini üstün kılma ve insanları doğruya yönlendirme gâyesi taşır.[2] Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- bunu muhtelif vesilelerle ifâde buyurmuştur.
Ashâbdan Abdullah bin Amr:
– Ya Resûlallâh! Bana cihad ve gazâ hakkında bilgi ver, deyince
Peygamberimiz:
“– Abdullah! Eğer sen Allah’ın rızâsını umarak ve güçlüklere katlanarak çarpışırsan, Allah da seni kıyâmet günü o hâl üzere diriltir. Eğer sen gösteriş ve övünme için çarpışırsan Allah da seni kıyâmet günü o hâl üzere diriltir” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihad, 24)
Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz’e bir bedevi gelip:
– Şeref ve şan kazanmak, övülmek, ganimet elde etmek veya gösteriş için çarpışan kimse hakkında ne buyurursun, diye sordu.
Başka birisi de:
– Yâ Resûlallâh! Allah yolunda çarpışmak nedir? Kimi kızarak, kimi hamiyetinden dolayı çarpışıyor, diye sordu.
Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“– Kim yalnızca Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye çarpışırsa işte onunki Allah yolundadır!” buyurdu. (Buhârî, İlim, 45; Müslim, İmâre, 149-150) Birisi de:
– Yâ Resûlallâh! Bir adam Allah yolunda çarpışmak ve aynı zamanda dünya malından bir şeyler de elde etmek isterse, buna ne buyurursunuz, diye sorunca Peygamberimiz:
“– Ona bir ecir ve sevab yoktur!” buyurdu.
Halk, bu cevabı ağır bularak adama:
– Sen Resûlullah’a sorunu tekrarla. Herhalde cevâbı iyi anlayamadın, dediler.
Adam bu minval üzere sorusunu üç kez tekrarladı. Efendimiz her birine de:
“– Ona sevab yoktur!” cevabını verdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 24)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, Allah yolunda gösterdiği gayretin ve yaptığı gazaların gayesini ise şöyle açıklamıştır:
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de Resûlullah olduğuna şehâdet getirinceye, namazı kılıp zekâtı verinceye kadar insanlarla savaşmak bana emrolundu. Onlar bunları yapınca, İslâm’ın emrettiği cezâlar hariç, canlarını ve mallarını elimden kurtarmış olurlar.” (Buhârî, İman, 17)
Bu yüzden Allah Resûlü ezan sesi işitilen memleketler üzerine yürümezdi. (Buhârî, Ezân, 6) Gönderdiği askerî birliklere de:
“Bir mescid gördüğünüz veya müezzinin sesini işittiğiniz zaman, orada hiç kimseye dokunmayınız!” buyururdu. (İbn-i Hanbel, III, 448-449)
Çünkü onun maksadı insanlara hayat bahşetmek, onları ebedî kurtuluşa eriştirmekti. Efendimiz’in bu anlayışını gösteren bir hâdiseyi Müslim bin Hâris et-Temimî şöyle anlatır:
Resûlullah bizi bir seriyye ile göndermişti. Saldırıya geçeceğimiz mevkiye ulaştığımızda, ben atımı şaha kaldırarak arkadaşlarımı geçtim. Feryâd eden kadınlar ve çocuklarla karşılaştım. Onlara:
– Canınızı kurtarmak ister misiniz, diye sordum.
– Evet, dediler.
– Öyleyse, “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün resûlullâh” deyiniz de kurtulunuz, dedim.
Onlar da bunu söylediler. Arkadaşlardan bazıları:
– Sen bizi hem ganimetin üzerine getirdin hem de onu bize haram ettin, diyerek beni kınadılar.
Peygamber Efendimiz’in yanına döndüğümüz zaman da yapmış olduğum şeyi ona haber verdiler. Allah Resûlü beni çağırıp yaptığımı güzel buldu ve:
“– Hiç şüphesiz, Allah sana onlardan her bir insan için şu kadar şu kadar sevab yazdı” buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101)
Resûl-i Müctebâ Efendimiz, askerî birliği cihâda göndereceği zaman kumandana, Allah’a karşı takvalı, yanındaki Müslümanlara karşı hayırlı olmasını ve iyi davranmasını tavsiye eder sonra da şöyle buyururdu:
“Allah’ın ismiyle, Allah’ın yolunda gazâ ediniz. Allah’ı tanımayanlarla çarpışınız. Ganimet mallarına hıyânette bulunmayınız. Zulm etmeyiniz. Burun, kulak kesmeyiniz. Çocukları öldürmeyiniz. Müşriklerden olan düşmanımla karşılaştığınız zaman, onları üç şeyden birini kabule dâvet ediniz:
1) Onları İslâm’a dâvet edin. İcabet ederlerse, bunu kabul edin ve kendilerini serbest bırakın.
2) Eğer Müslüman olmazlarsa, onları cizye vermeye dâvet edin. Buna icabet ederlerse yine kendilerini serbest bırakın.
3) Hiçbirini kabul etmezlerse, Allah’tan yardım dileyin ve onlarla çarpışın!” (Müslim, Cihâd, 3; İbn-i Hanbel, V, 352, 358)
Müslümanların, İslâm’a girmeyi veya cizye vermeyi reddedenlerle savaşmaları, aslında küfrün hakimiyetindeki bütün insanların faydasınadır. Çünkü Müslümanların savaşmaktan maksadı, onlara hakim durumdaki kâfir idareyi ortadan kaldırmak ve haberi olmayan kişilerin İslâm’ı tanımalarına mâni olan şeyleri yok etmektir. Zira geniş halk kitlelerinin kibir, gurur ve hırsa sâhip olmayıp hakkı kabule müsâit bulundukları halde dâvete karşı çıkışlarında, ileri gelenlerin ve bâtıl sulta sâhiplerinin büyük tesiri vardır. Bunların tehdit ve baskıları, mevki ve dünyalık vaadleri, ellerindeki güçlü propaganda imkânları neticesinde, câhil halk grupları sağlam ilmî deliller yerine kuvvet ve otoriteye boyun eğerler.
İşte bu bâtıl hâkimiyetlerin karşısına, anlamadıkları ve dinlemedikleri delillerle değil, güç ve kuvvetle çıkmak gerekir. Çünkü ilmî ve aklî deliller, ilme hürmet eden, söz anlayan ve insaflı kimseler içindir.
Bu niyetlerle yapılan savaş netîcesinde insanların inanç ve düşünceleri üzerindeki baskılar kalkacak, insan gerçek fikir hürriyetine kavuşacaktır. Bütün bu kolaylıklar, insanların dünya ve ahiret faydaları içindir. (Şah Veliyyullâh Dihlevî, II, 454-455)
Mal ve can ile Allah yolunda cihad ve tebliğin önündeki engelleri kaldırma uğrunda Fahr-i Kâinât Efendimiz ve onun güzîde ashâbı pek güzel örnekler sergilemişlerdir. Allah Resûlü on senelik Medine döneminde yirmi yedi gazaya bizzat iştirak etmiş, otuz sekiz de seriyye tertip edip göndermiştir. (Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 21) Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- her bir gazada, canı ve malı ile zirve noktada mücâhede etmiştir. Harp meydanlarında cesâret ve metânet abidesi olmuştur. Hatta savaş esnâsında endişe ve korkuya kapılan bütün ashâbı onun arkasına saklanır ve kendilerini emniyete alırlardı. Hz. Ali -radıyallâhü anh-:
“Bedir günü savaş şiddetlendiği zaman, Resûlullah’a sığınmıştık. O gün insanların en cesaretlisi ve kahramanı o idi. Müşriklerin saflarına ondan daha yakın duran kimse yoktu!” demektedir. (İbn-i Hanbel, I, 86)
Uhud günü Müslümanlar bozulup dağılmış büyük bir ibtilâya uğramışlardı. Allah Teâlâ o vesileyle bir kısım mü’minlere şehitlik ihsan etti. Hattâ, düşmanlar Resûlullah’a kadar yaklaştılar. Peygamberimiz’in dişi kırıldı, dudağı ve yüzü yaralanıp kanadı. Kan yüzüne akmaya başladı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, fâsık Ebû Âmir’in Müslümanlar’a tuzak olması için kazdığı çukurlardan birine düştü. Hz. Ali, Allah Resûlü’nün elinden tuttu, Talha bin Ubeydullah da ayağa kaldırıp çukurdan çıkardı.
Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Efendimiz’in yüzüne batan miğfer halkalarından birisini dişiyle çekip çıkardı. Bunu yaparken kendisinin ön dişi de kırıldı. Öteki halkayı çıkarırken bir dişi daha kırıldı. Bu durum ashâb-ı kiramın son derecede ağırına gitti ve Efendimiz’e:
– Kureyş müşriklerine beddua etsen, dediler.
Resûl-i Ekrem:
– Ben lânetleyici olarak gönderilmedim. Bilakis doğru yola dâvet edici ve rahmet olarak gönderildim. Allahım! Kavmime hidâyet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar” diyerek dua etti. (Buhârî, Megâzî, 20; İbn-i Hanbel, III, 201; İbn-i Sa’d, III, 410)
Peygamber Efendimiz gibi ashâbı da Allah yolunda cihâd ederken sayısız kahramanlık ve fedâkârlıklar göstermiştir. Bunlardan birkaçı şöyledir:
Amr bin Cemuh, topal ve aksak bir kimse idi. Kendisinin dört oğlu olup Peygamberimiz’le birlikte savaşlara katılırlardı. Allah Resûlü Uhud’a çıkacağı sırada Amr da sefere katılmak istemiş, oğullarına:
– Beni de sefere çıkarın, demişti.
Onlar ise:
– Sen cihadla mükellef değilsin. Yüce Allah seni mâzeretli saydı. Biz senin yerine gidiyoruz, dediler.
Amr:
– Siz Bedir günü benim cennete girmeme engel oldunuz. Vallâhi ben bugün sağ kalsam dahi, muhakkak birgün şehit olup cennete gireceğim, dedi.
Sonra hanımına da:
– Herkes şehîd olup cennete giderken, ben sizin yanınızda oturup duracak mıyım, diyerek çıkıştı. Hemen kalkanını aldı ve:
“Ey Allahım! Beni âileme geri çevirme!” şeklinde duâ ettikten sonra Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yanına geldi:
– Oğullarım beni Medine’de bırakmak istiyorlar, seninle birlikte savaşa çıkmaktan men ediyorlar. Vallâhi, ben şu topal hâlimle cennete ayak basmayı arzuluyorum, dedi.
Allah Resûlü:
“– Yüce Allah seni mâzur görmüştür. Sana cihad farz değildir” buyurdu.
Amr bin Cemuh:
– Yâ Resûlallâh! Sen benim Allah yolunda ölünceye kadar savaşarak şehit olup şu topal ayağımla cennette yürümemi uygun görmez misin, dedi.
Peygamberimiz:
“– Evet, uygun görürüm” buyurdu.
Amr’ın oğullarına da:
“– Siz ona engel olmayın! Umulur ki, Allah ona şehitlik nasip eder.” buyurdu.
Amr bin Cemuh kıbleye döndü ve; “Allahım! Bana şehitlik nasip et! Mahrum ve me’yus olarak ev halkımın yanına döndürme!” diyerek dua etti. Cihâda katıldı ve şehîd oldu.
Daha sonra Sevgili Peygamberimiz onun hakkında:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki Amr’ın cennette topallayarak yürüdüğünü gördüm!” buyurdu. (Vâkıdî, I, 264; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 208)
Resûl-i Ekrem Efendimiz yine Uhud’a gideceği zaman ordusunu teftiş ediyordu. Savaşa katılabilecek yaştaki gençlere izin veriyor, müsâit olmayanları ise geri çeviriyordu. Semüre bin Cündeb ile Rafi’ bin Hadîc de geri çevrilenler arasında idi.
Züheyr bin Râfî:
– Yâ Resûlallâh! Râfi’ iyi ok atıcıdır, diyerek onun ordudan ayrılmamasını istedi.
Râfî bin Hadic olayın devâmını şöyle anlatır:
Ayaklarımda mestlerim vardı. Parmaklarımın ucuna basarak uzun görünmeye çalıştım. Resûlullâh da benim orduya katılmama izin verdi. Semüre bin Cündeb, bana müsâade edildiğini duyunca üvey babası Mürey bin Sinan’a:
– Babacığım! Resûlullâh Râfî’ye müsâade etti. Beni ise geri çevirdi. Hâlbuki ben güreşte onu yenebilirim, dedi.
Mürey -radıyallâhu anh-:
– Yâ Resûlallâh! Benim oğlumu geri çevirip Râfî’ye izin verdiniz. Oysa oğlum güreşte Râfi’i yener, dedi.
Allah Resûlü Râfî ile Semüre’ye:
“– Haydi güreşin bakalım!” dedi.
Güreştiler, netîcede Semüre, Râfî’yi yendi. Bunun üzerine Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ona da izin verdi. (Taberî, Târih, II, 505-6; Vâkıdî, I, 216)
Uhud harbi tamamlandığında, savaş sonrası müşriklerin bir daha geri dönmemeleri için takip edilmeleri gerekiyordu. Bu arada Câbir bin Abdullah:
– Ya Resûlallâh! Bir münâdî, dün sizinle birlikte çarpışmada bulunmayanların düşman takibine çıkamayacağını bildirdi. Hâlbuki ben bu sefere katılmayı çok istiyorum. Babam beni Uhud seferinden yedi kız kardeşime bakmam için alıkoydu ve:
– Yavrum! Ne benim ne de senin şu kızları yanına bırakabileceğimiz bir erkek yakınımız yok. Olsaydı Resûlullâh ile birlikte cihada çıkmakta kendimi sana tercih etmezdim. Gel, sen kız kardeşlerini görüp gözetmek üzere burada kal, demişti. Ben de bunun için geri kaldım. Bana müsâade et de seninle gideyim, dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz ona müsaade etti, başkasına müsâade etmedi. (Vâkıdî, I, 336)
Ashâb-ı kirâmın bütün imkânsızlıklara rağmen tebliğin önündeki engelleri kaldırma uğrunda gösterdikleri gayret ve fedâkârlıklar o dereceye ulaşmıştı ki Cenâb-ı Hak onları Kitâb-ı Kerîmi’nde medh ü senâ etmiştir. Tebük seferine hazırlık esnâsında, sıradan bahanelerle izin isteyen münafıkların yanı sıra, yoksul olup binecek ve yiyecekleri bulunmadığından sefere katılamayacakları için ağlayan mü’minler de vardı.
Bunlar sefere katılmak için Peygamberimiz’den binit istediler. Allah Resûlü:
“– Sizi bindirebileceğim bir şey bulamıyorum!” buyurunca, gözlerinden yaşlar akarak geri döndüler.
Yüce Allah, bunlar hakkında şöyle buyurdu:
“Sana, (savaşa gitmek üzere) kendilerine binek sağlaman için başvurduklarında; «Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum!» dediğin zaman, bu uğurda sarfedecekleri imkânları olmadığı için üzüntüden gözleri yaş dökerek dönenlere de bir vebâl yoktur.” (et-Tevbe 9/92)
Âyette iltifât-ı ilâhiye mazhar olan kişilerden Abdurrahman bin Ka’b ile Abdullah bin Muğaffel, Allah Resûlü’nün yanından ağlayarak dönerlerken, İbn-i Yâmin onlara:
– Siz niçin ağlıyorsunuz, diye sordu.
– Bize binit sağlaması için Resûlullah’a gitmiştik. Yanında bizi üzerine bindirecek bir şey bulamadı. Bizim de binip Allah Resûlü ile birlikte gazaya çıkacak bir hayvanımız yok! dediler.
İbn-i Yâmin, ikisine bir deve, azık olarak da birer miktar hurma verdi. Hz. Abbas, gözyaşı dökenlerden ikisine, Hz. Osman da üçüne binit sağladı. Bunlar böylece Peygamberimiz’le birlikte gazaya çıkma imkânını buldular. (İbn-i Hişâm, IV, 172; Vâkıdî, III, 994) Bir kısmına da daha sonra Allâh Rasûlü binek temin etti. (Buhârî, Megâzî, 78)
İslâm’ın pâyidâr olması, insanların fevc fevc Allah’ın diniyle buluşması, huzûr ve sükûn iklîminin teessüs etmesi için çağımız, Efendimiz’in, ashâbının ve ecdâdımızın bu gayretlerini kendi benliğinde eritmiş saf saf Allah erlerine ihtiyaç duymaktadır.[3]
[1] Âyetler için bkz. en-Nisâ 4/95; el-Enfâl 8/72; et-Tevbe 9/20, 41, 44, 81, 88. Hadis-i şerifler için bkz. Buhârî, Mezâlim, 33; Müslim, Îmân, 226; Ebû Dâvûd, Sünnet, 29.
[2] Allâh Teâlâ’nın emir ve nehiyleriyle kullarını mükellef tutması şuna benzer: Bir efendinin hizmetçileri hastalanmıştır. Adam yakınlarından birine onlara ilaç içirmesini emreder. Bu kimse, onlara ilacı içirmek için zora başvurmak durumunda kalsa ve cebrile ağızlarına akıtsa bu yerinde bir hareket olur. Bununla birlikte ilahî rahmet insanlara ilacın faydalarını da açıklamıştır ki onu içlerinden gelen bir arzu ile içsinler. Bununla da yetinmemiş, aklen rağbet ettikleri şeye tabiî olarak da rağbet etmeleri için ilacın içine bir de bal katmış ve böylece maksadın iyice tahakkuk etmesini istemiştir. (Şah Veliyyullâh Dihlevî, II, 454)
[3] Allâh Resûlü’nde ve güzide ashâbında bulunan bu cihad aşkı, önce kendilerinin, sonra da diğer insanların Allâh’a varacağı yoldaki engelleri kaldırma gayreti, çağlar boyu onları tâkip eden Müslümanlarda devam etmiştir. Fâtih Sultân Mehmed Hân cihad aşkını ne güzel ifâde eder:
İmtisâl-i “Câhidû fi’llâh!” olupdur niyyetim
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim
“Niyetim “Allâh yolunda cihân edin! (el-Hâcc 22/78)” emr-i ilâhîsine uymaktır. Bütün gayretim de İslâm’ın pâyidâr olması içindir.”
Fazl-ı hakk u himmeti cünd-i ricâlullâh ile
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetim
“Cenâb-ı Hakk’ın nusreti ve Allâh erlerinin himmeti ile kâfirleri baştan başa mağlup etmek, en büyük arzumdur.”
Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim
Lutf-u Hak’tandır hemân ümîd-i feth ü nusretim
“Peygamberlere ve Allâh dostlarına büyük bir güven ve îtimâdım vardır. Bütün zafer ve yardım ümidim de Allâh’ın lutfundandır.”
Nefs ü mâl ile nola kılsam cihânda ictihâd
Hamdü lillâh var gazâya sad-hezârân rağbetim
“Canımla ve malımla bu dünyada gayret etsem ne olur. Elhamdülillah Allâh yolunda cihâda yüz binlerce rağbetim var benim.”
Ey Muhammed mu’cizât-ı Ahmed-i muhtâr ile
Umarım gâlip ola a’dâ-i dîne devletim.
“Ey Mehmed! Umarım devletim, Sevgili Peygamberimiz’in mu’cizeleri ile din düşmanlarına gâlip gelir.”