Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Kureyş müşriklerinin İslâm’ın yayılmasını önlemek için her türlü engellemeye başvurmalarına bakmayarak, hiç kimseden korkmaksızın gece gündüz, gizli açık halkı Allah’ın dînine dâvet ve teşvik etmekten geri durmamıştır. Mümkün olan her metodu tatbik ederek, insanları durumlarına göre İslâm’a dâvet etmiştir. Onların aklî sevîyelerini, toplumdaki konumlarını, içinden geldikleri hayat tarzını, temâyüllerini ve beklentilerini imkân nisbetinde dikkate almıştır.
Tebliğde esas alınan gâyeye ulaşmak ve insanlara faydalı olabilmek için, tebliğ edilecek şeylerin bilinmesi kadar muhâtabın tanınması da zarûrîdir. Muhâtabın tanınması, en az doktorun hastasını tanıması kadar lüzumlu ve ehemmiyetlidir. Aksi takdirde hastayı tanımadan ve sıhhatli bir teşhis konulmadan ilâç verilmeye kalkışılmış olur. Bu sebeple Cenâb-ı Hak özellikle tebliğin ilk yıllarında, müşrik olan ekseriyetin hâlet-i rûhiyesini dikkate alarak hareket etmenin önemine işâretle:
وَلاَ تَسُبُّوا الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ فَيَسُبُّوا اللهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ
“Siz, müşriklerin Allah’tan başka taptıkları ilâhlara sövmeyin ki onlar da düşmanca bir tavırla ve bilgisizce Allah’a sövmesinler!” buyurmuştur. (el-En’âm 6/108)
Âyet-i kerîmede tebliğ esnâsında muhâtabın daha önceki inanç ve düşüncelerine saldırgan bir tavır sergilemekten şuurlu bir şekilde uzak durulmasına özellikle dikkat çekilmektedir.
Bu bakımdan Sevgili Peygamberimiz, muhâtabını iyi tanımış ve durumuna en uygun olan ifâde yolunu tercih etmiştir. İnsanların anlayabilecekleri şekilde, akılları seviyesinde konuşmaya çok dikkat etmiş ve ashâbına da aynı şekilde davranmaları tavsiyesinde bulunmuştur. Nitekim Sa’d bin Bekir heyetiyle gelen Muhammed bin Atiyye:
“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bana, bizim lehçemizle hitâb etti” (Hâkim, IV, 363) diyerek Efendimiz’in bu husûstaki uygulamasına ışık tutmuştur. Aynı şekilde Hz. Ali de:
“İnsanlara anlayacakları şekilde konuşunuz” (Buhârî, İlim, 49) sözüyle Efendimiz’den öğrendiği bu hakîkate dikkat çekmiştir.
Toplumun ve insanların müşterek meselelerinden habersiz bir kimsenin yapacağı tebliğ, hiçbir zaman başarılı olma ümidi taşıyamayacaktır. Bu sebeple Fahr-i Kâinât Efendimiz, bahsettiği misalleri dâimâ muhâtaplarının âşinâ olduğu ve alâka duyduğu konulardan seçmiştir. Onları tanımadıkları bir âlemle, kavrayamayacakları bir meseleyle karşılaştırmamaya husûsî bir gayret göstermiştir. Anlayabilecekleri bir dille hitâb ederek, aklın zorlanmadan kabul edebileceği basit, fakat tesirli yollarla muhâtaplarını iknâ etmiştir. Bunun güzel bir misâlini İmran -radıyallâhu anh-’ın babası Husayn’ın İslâm’ı kabûlü esnâsında müşâhede etmekteyiz:
Kureyşliler çok saygı gösterdikleri Husayn’a gelerek:
– Şu adamla bizim adımıza konuş. O ilâhlarımıza dil uzatıyor, onlara kötü sözler söylüyor, dediler ve birlikte Allah Resûlü’nün kapısına kadar geldiler. Müşrikler kapıya yakın bir yerde oturdu. Husayn ise içeri girdi.
Resûlullâh Efendimiz:
“– İhtiyara yer açın!” buyurdu. Husayn’ın Müslüman olan oğlu İmran ve arkadaşları oldukça kalabalık bir şekilde Efendimiz’in yanında bulunuyorlardı.
Husayn Peygamber Efendimiz’e:
– Bu senden duyduklarımız nedir!? Tanrılarımızı reddediyor, onlara dil uzatıyormuşsun. Halbuki senin baban akıllı, atalarının dinine bağlı, hayırlı bir kimseydi, dedi.
Allah Resûlü şu karşılığı verdi:
“– Ey Husayn, kaç tanrıya tapıyorsun?”
– Yedisi yerde biri gökte sekiz tanrıya.
“– Sana bir zarar isabet ettiğinde hangisine yalvarıyorsun?”
– Göktekine.
“– Malın helâk olduğunda kime yalvarıyorsun?”
– Göktekine.
“– Senin isteklerine icâbet eden yalnız bir iken ne diye başkalarını O’na ortak koşuyorsun? Şükrederek onları râzı ettiğini mi sanıyorsun, yoksa seni helâk etmelerinden mi korkuyorsun?”
– Her iki sebepten de değil.
Husayn der ki:
– Bugüne kadar onun gibi bir kimse ile hiç konuşmadığımı anlamıştım.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Husayn! Müslüman ol selâmet bulursun” buyurdu. O:
– Kavmim ve yakınlarım da var, ne söyleyeyim? diye sorunca Efendimiz:
اَللّهُمَّ اِنِّى اَسْتَهْدِيكَ ِلاَرْشُدَ اَمْرِى وَزِدْنِى عِلْمًا يَنْفَعُنِى
“– İlâhî! İşimi kemâle erdirmem için senden hidâyet diliyorum. Bana faydalı olacak ilmimi artır, de!” buyurdu.
Husayn bu duâyı yaptı ve bir müddet sonra da Müslüman oldu. Ayağa kalkınca oğlu İmrân sevincinden babasının başını, ellerini ve ayaklarını öptü.
Resûlullâh bu hâli görünce hislenerek ağladı ve:
“– İmran’ın yaptığına ağladım. Babası Husayn kâfir olarak içeri girdiğinde İmrân ayağa kalkmadı, onun yüzüne bile bakmadı. Ama İslâm’a girince hakkını ödedi. İşte bu incelikten dolayı duygulandım” buyurdu.
Husayn ayrılmak istediğinde Allah Resûlü ashâbına:
“– Kalkınız, kendisini evine kadar uğurlayınız!” buyurdu.
Onun yanındaki kalabalıkla kapıdan çıktığını gören Kureyş müşrikleri:
– Husayn da dînini terk etti” diyerek kendisi ile görüşmeden dağılıp gittiler. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 337; Tirmizî, Deavât, 69)
Muhâtabın durumuna göre muâmele etmenin diğer bir çarpıcı misâli de Mekke’nin fethi esnâsında vukû bulmuştur. Abbas -radıyallâhu anh-, Müslüman olmayı kabul eden Ebû Süfyan’ı getirdi ve Allah Resûlü’ne:
– Ey Allah’ın Resûlü! Ebû Süfyân iltifâtı seven bir kimsedir. (Onun gönlünü alacak) bir şey yapsanız, dedi.
Bunun üzerine Efendimiz:
“– Doğru söyledin! (Şehre girerken ilan edin); Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse emniyettedir, kim kapısını kapatıp (evinden dışarı çıkmazsa) emniyettedir” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25)
Böylece Mekke’nin reisine, onun gönlünü alacak şekilde muâmele edilmiş ve İslâm’a ısınması sağlanmış oldu.
Aynı şekilde Yemen krallarından Vâil bin Hucr’a yapılan muâmele de bu bâbda değerlendirilebilir. Vâil Medine’ye gelmeden üç gün önce Peygamber Efendimiz onun gelmekte olduğunu ashâbına haber verdi ve:
“– Vâil bin Hucr uzak bir yerden, Hadramevt’ten Allah’a ve Resûlüne itaat ederek geliyor. O, kral neslindendir” buyurdu.
Daha sonra Vâil bin Hucr, Allah Resûlü’nün yanına geldi ve onu selamladı. Efendimiz de selamını aldı.
Vâil:
– Ben, İslâm’ı ve hicreti özleyerek geldim! dedi.
Resûlullâh:
“– Merhaba, hoşgeldin safâ geldin!” buyurdu ve hemen üzerindeki ridâsını onun için yere serip birlikte üzerine oturdular. Efendimiz, Vâil’in gelişine çok sevinmişti. Müslümanların mescide toplanmaları için nidâ ettirdi. Müslümanlar toplanınca, minbere çıktı, Vâil’i de yanına çıkardı. Allah’a hamd ü senâda bulunduktan ve peygamberlere salât ü selam getirdikten sonra bir hutbe îrâd ederek Vâil’e ve babası Hucr’a duâ etti. (İbn-i Sa’d, I, 349; Heysemî, IX, 374)
Efendimiz’in, Vâil’in İslâm’ı kabul etmesine çok sevinmesi ve farklı bir muâmelede bulunması, kavmi arasındaki mevkîi sebebiyle birçok insanın îmân nimetine kavuşmasına vesîle olacağı ümidinden kaynaklanmıştır.
İnsanlara, içinde bulundukları hâle göre davranmak, Müslüman olmuş kimselerin mânevî tekâmüllerini sağlama noktasında da aynen tatbik edilmiştir. Allah Resûlü İslâm’ı anlattığı kimselerin veya herhangi bir soru soran kişinin durumuna göre cevâp vermiş, şahsa özel metotlar tâkib etmiştir. Meselâ,
– Amellerin en fazîletlisi hangisidir? sorusuna, muhâtaba ve zamâna göre:
“– Allah’a îmân, Allah yolunda cihâd ve hacc-ı mebrûr!” (Buhârî, Hacc, 4)
“– Zikrullâh!” (Muvatta, Kur’ân, 24)
“– Allah için sevmek!” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 2)
“– Namaz!” (İbn-i Mâce, Tahâret, 4)
“– Anne ve babaya hizmet!” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-gâbe, IV, 330)
“– Hicret!” (Nesâî, Bey’at, 14) şeklinde farklı cevaplar vererek her birine, kendisi için en münâsip olan ameli tavsiye etmiştir. Zira Efendimiz muhâtabının ihtiyâç, imkân ve durumunu çok iyi tahlil ediyor ve yapması gereken husûsu öne çıkarıyordu.
– Sadakanın hangisi en fazîletlidir? diye soran ve fakîr bir kimse olan Ebû Hureyre hazretlerine:
“– Fakir olanın, güç ve kuvvetiyle insanlara yardımda bulunmasıdır” (Ebû Dâvûd, Zekât, 40) buyururken, aynı suali soran ve bir kabile reisi olan Sa’d bin Ubâde’ye:
“– Kuyu kazdırarak su çıkarmaktır” cevabını vermiştir. (Ebû Dâvûd, Zekât, 41)
İnsanların tabiat ve konumları farklı farklı olduğu için her birine söylenecek sözün, sergilenecek davranışın ona göre olması gayet tabiîdir. Bu sebeple tebliğcinin, insanların rûhî yapısını, istîdât ve karakterini çok iyi tahlil edebilecek bilgi, kültür ve hissiyât derinliğine sâhip olması zarûrîdir.