N. ÎTİDÂLİ

“Îtidâl, teennî, hal ve gidişce iyi olmak peygamberliğin yirmi beş cüz’-ünden biridir.”

Muvatta, Şaar, 17

Îtidâl; bir şeyin kemiyet ve keyfiyet itibariyla iki hal arasında, doğru, düzgün, müstakîm ve mütenâsib olması demektir. Denge, tabiîlik, istikrâr, uygunluk, zindelik mânalarını da ifâde eder. Îtidâl, ifrat ve tefrite kaçmadan orta bir yaklaşım tarzını tâkib etmektir.

İslâm; yeme, içme, giyim, kuşam, eşya kullanımı, ibâdet gibi her husûsta aşırılıktan kaçınmayı, orta yolu tutmayı emretmiş, ifrât ve tefrîti yasaklamıştır. Bu sebeple işlerin en hayırlısı îtidal üzere olanıdır.

Cenâb-ı Hak kâinâtı ve bütün varlıkları dengeli bir şekilde yaratmış ve kullarına da her hususta ölçülü ve îtidalli davranmalarını emretmiştir. Âyet-i kerîmede:

“Allâh semâyı yükseltti ve mîzânı koydu. Öyleyse, sakın taşkınlık edip ölçüyü bozmayın.” buyurmuştur. (er-Rahmân 55/7-8)

Vehb bin Münebbih şöyle der:

“Her şeyin iki ucu ve bir ortası vardır. Bu uçların birinden tutulursa, diğer uç ağır basar; ortasından tutulursa, iki uç da dengede kalır. (Öyleyse) her şeyin ortasından tutmaya bakın!” (Heysemî, VIII, 112)

Dış dünyâda olduğu gibi insanın psikolojik ve duygusal yetenekleri arasında da bir uyum bulunmalıdır. Bu uyum ahlâkî yaşayışın esâsını teşkil eden üç temel kabiliyetin îtidalli olmasına bağlıdır. Buna göre akıl gücünün dengeli işleyişinden hikmet, şehvet gücünün îtidalli işleyişinden iffet, gazab gücünün dengeli işleyişinden de şecâat fazîletleri doğar. İnsanın iç dünyâsında bu dengelerin oluşması da adâlet denilen dördüncü temel fazîleti meydana getirir ve böylece tam bir ahlâk gerçekleşmiş olur.

Cenâb-ı Hak Sevgili Peygamberimiz’i, vahyi tebliğ husûsunda göstermiş olduğu aşırı telâş sebebiyle bile uyarmış (el-Kıyâme 75/16-19) ve; “Biz bu Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.” (Tâhâ 20/2) buyurarak itidâl üzere hareket etmesi gerektiğini hatırlatmıştır. Yine Allâh Teâlâ infâk husûsunda mûtedil bir yol tutulmasını tavsiye ederek:

“Elini boynuna sıkıca bağlama, tamâmen de açıp saçma! Sonra kınanmış olarak pişmanlık içinde kalırsın.” buyurmuştur. (el-İsrâ 17/29) Ellerin boyna bağlanmış olması cimriliği, tamâmen açılması da israfı temsil eder. Yâni ne öyle ellerini boynuna bağlamış gibi cimri ol ne de malını saçıp savur. Her iki durum da insanın kınanmasına ve üzüntüye düşmesine sebep olur. Dolayısıyla ikisi arasında mûtedil bir yol tutmak gerekir. Cenâb-ı Hak böyle kimseleri övmüş, onları has kulları olarak nitelendirmiş ve diğer insanlara örnek olarak takdim etmiştir:

“Rahmân’ın o has kulları ki harcadıkları zaman ne isrâf ne de cimrilik ederler; harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur.” (el-Furkân 25/67)

Şeytan insanları iki yolla kandırmaya çalışır. Bunlardan hangisinde muvaffak olursa fark etmez. Çünkü netîcesi aynıdır. Birisi aşırılık diğeri de gevşekliktir. Allâh Teâlâ kulları için tembelliğe varmayan bir kolaylığı istemektedir. Allâh’ın kulları için kolaylaştırdığı dini, kulların Allâh adına zorlaştırmaları doğru bir hareket değildir ve buna yetkileri de yoktur.

Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın bildirdiğine göre, bir kadınla birlikte otururlarken, yanlarına Peygamber Efendimiz girer ve:

“– Bu kadın kim?” diye sorar. Âişe validemiz:

– Bu filân hanımdır, dedikten sonra, onun çok namaz kıldığından bahseder. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Bunları saymana gerek yok; gücünüzün yettiği nispette ibâdet etmeniz size yeter. Allâh’a yemin ederim ki siz bıkıp usanmadıkça Allâh usanmaz!” buyurur. (Buhârî, Îmân, 32) Bir başka hadislerinde de şöyle buyurmuştur:

“Farz olmayan amellerden gücünüz yettiği kadar yapın. Çünkü amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır.” (İbn-i Mâce, Zühd, 28)

Ashâb-ı kirâmdan bâzıları birgün Sevgili Peygamberimiz’in ibâdetini öğrenmek için muhterem vâlidelerimize sormuşlardı. Onlar da gördüklerini anlattılar. Efendimiz’in îtidâl üzere yapmış olduğu ibâdetlerini az gören bu kimseler kendi kendilerine:

– Allâh’ın Resûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır, dediler. İçlerinden biri:

– Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım, dedi. Bir diğeri:

– Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim, dedi. Üçüncü sahâbî de:

– Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim, diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:

“– Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allâh’a yemin ederim ki ben sizin Allâh’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir.” (Buhârî, Nikâh, 1)

Peygamberimiz’in nâfile ibadetlerinin îtidâl üzere olması, ümmet için bir rahmet vesilesidir. Bu husûsta kendisini örnek alanlar, herhangi bir zarara uğramadıkları gibi kimse tarafından da kınanmazlar. Herkesin her zaman çok ibadet etmeye gücü yetmez. Bu sebeple her fert, gücünün yettiği kadar nâfile ibadet yapmakta serbest bırakılmıştır. Diğer taraftan ifrâta varan bir ibâdet, Allâh’tan daha çok korkma ve daha dindar olma anlamına gelmez.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hadîs-i şerifte yasakladığı şey, dinde haddi aşmak ve bir nevî ruhbanlığa meyletmektir. Çünkü İslâm ruhbanlığa müsâade etmemektedir. Allâh Teâlâ; “Ey îmân edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allâh haddi aşanları sevmez.” buyurur. (el-Mâide 5/87)

Bu âyetin nüzul sebebi, mevzûmuz hakkında güzel bir ölçü sunmaktadır. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir gün sahâbeye kıyametten bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on kişi Osman bin Maz’ûn’un evinde toplandı. Aralarında Hz. Ebûbekir ve Hz. Ali de vardı. Yaptıkları istişâre neticesinde, bundan böyle dünyadan el etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gündüzlerini oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibâdetle geçirmeye, et yememeye, kadınlara yaklaşmamaya, güzel koku sürünmemeye ve yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Bu haber Peygamber Efendimiz’e ulaşınca, kalkıp Osman bin Maz’ûn’un evine geldi, fakat kendisini evde bulamadı. Hanımına, Osman ve arkadaşlarının kendisine gelmeleri için haber bıraktı. Onlar da Peygamber Efendimiz’in huzuruna çıktılar. Efendimiz, karar aldıkları husûsları kendilerine sayarak:

“– Bu konularda ittifak etmişsiniz, öyle mi?” dedi. Onlar:

– Evet ya Resûlallâh! Bizim böyle karar almakta hayırdan başka bir gayemiz yoktur, dediler. Bunun üzerine Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Şüphesiz ki ben bunlarla emrolunmuş değilim. Elbette sizin üzerinizde nefislerinizin hakkı vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gece hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem ibâdet ederim hem de uyurum. Oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Et yediğim gibi hanımlarımla da berâber olurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” Sonra sahâbeyi toplayıp onlara bir konuşma yaptı ve şunları söyledi:

“Birtakım kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla beraber olmayı, yeme içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû sayılan dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dinimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak bulunmadığı gibi, dünyadan el etek çekip manastırlara sığınmak da yoktur. Ümmetimin seyahati oruç, ruhbanlığı ise cihaddır. Allâh’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dini kendilerine zorlaştırdılar, Allâh da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların artıklarıdır.” (Vâhidî, s. 207-208)

Sevgili Peygamberimiz, biz ümmetinin önceki ümmetler gibi dalâlete düşerek Allâh’ın gazâbına uğramaması için önemli husûsların üzerinde durmuş ve hayatın nirengi noktalarına işâret etmiştir. İnsanlar için tâyin edilmiş olan hedefe varabilmek için yapılması gerekenin itidâl üzere, akıllıca ve devamlı bir gayret olduğunu şu hadîs-i şerîfiyle en açık bir şekilde ifâde etmiştir:

“…Orta yolu tutunuz. Amellerinizi mükemmelleştirmeye ve Allâh’a yakın olmaya gayret ediniz. Sabahleyin, öğle ile akşam arası çalışınız. Bir parça da geceden faydalanınız. Aman acelesiz ve telâşsız gidin, orta yolu tutun ki varacağınız hedefe ulaşabilesiniz.” (Buhârî, Rikâk, 18) Edirneli Hâtemî hadîsin açıklaması mâhiyetinde şöyle der:

Erişir menzîl-i maksûduna âheste giden

Tîz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır.

“Ağır ve temkinli hareket edenler gitmek istedikleri yere kolaylıkla varırlar. İşlerinde lüzumsuz yere acelecilik edenler ise çok defâ engellerle karşılaşırlar, elleri ayakları birbirine karışır.”

Sevgili Peygamberimiz îtidâle o kadar önem verirdi ki “gözümün nûru” dediği ve çok sevdiği namaz ibâdetini dahi orta hâlde yapmayı emrederdi. Birgün mescide girmişti. İki direk arasına uzatılmış bir ip gözüne ilişti:

“– Bu ip nedir?” diye sorunca, sahâbîler:

– Bu, Zeynep bint-i Cahş’a ait bir iptir. Namazda ayakta durmaktan yorulunca ona tutunuyor, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz:

“– Onu hemen çözünüz. Biriniz istekli olduğu zaman nâfile namaz kılsın, yorgunluk ve gevşeklik hissettiği zaman ise yatıp uyusun.” buyurdu. (Buhârî, Teheccüd, 18)

Câbir bin Semüre -radıyallâhu anhümâ-; “Namazlarımı Nebi -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte kılardım. Onun namazı da, hutbesi de normal uzunlukta, îtidal üzere idi.” demektedir. (Müslim, Cum’a, 41-42)

İyi bir Müslüman, ölçülü ve dengeli bir insan, her türlü davranışında, işinde ve sözünde haddi aşmaktan, taşkınlık yapmaktan sakınır. Bu prensiplere uymayanlar, dünyada birtakım belâ ve musîbetlere uğradıkları gibi âhirette de cezayı hak ederler. Böyle kimseler, başka insanlar tarafından sevilmezler. Kendilerinden uzak durulmak istenen kişiler konumuna düşerler. Bu sebeple Efendimiz; “Söz ve davranışlarında ileri gidip haddi aşanlar helâk oldular.” (Müslim, İlim, 7) buyurarak her husûsta îtidâl üzere olup haddi aşmamayı tavsiye etmişlerdir.

Her hareketinde olduğu gibi kişi sevgisinde ve nefretinde de îtidalli olmalıdır. Sevdiği bir kimse konusunda çok aşırı gitmemeli, nefret ettiği kimseden de tamâmen irtibâtı kesmemelidir. Bunun gerekçesini Hz. Ali -radıyallâhu anh- şöyle bildirmektedir:

أَحْبِبْ حَبيِبَكَ هَوْناً ماَ، عَسَى أَنْ يَكوُنَ بَغيِضَكَ يَوْماً ماَ

 أَبْغِضْ بَغيِضَكَ هَوْناً ماَ، عَسَى أَنْ يَكوُنَ حَبيِبَكَ يَوْماً ماَ

“Dostunu severken ölçülü sev, zîrâ günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da ölçülü bir şekilde buğzet, çünkü günün birinde dostun olabilir.” (Tirmizî, Birr, 60; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 259/35876)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbını da bu ahlâk ile yetiştirmiş ve onları bütün insanlara örnek olarak takdim etmiştir. Vehb bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Selmân ile Ebü’d-Derdâ’yı kardeş ilân etmişti. Bu sebeple Selmân, Ebü’d-Derdâ’yı zaman zaman ziyaret ederdi. Bir ziyareti esnâsında, hanımı Ümmü’d-Derdâ’nın üzerinde oldukça eskimiş elbiseler gördü. Ona:

– Bu hâlin ne, diye sorunca, kadın:

– Kardeşin Ebü’d-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez, dedi. O esnâda Ebü’d-Derdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Selmân’a ikram edip:

– Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum, dedi. Selmân:

– Sen yemedikçe ben de yemem, diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebü’d-Derdâ sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebü’d-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selmân ona:

– Uyu dedi. Ebü’d-Derdâ uyudu, bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân yine:

– Uyu, diyerek kalkmasına mâni oldu. Gecenin sonlarına doğru Selmân:

– Şimdi kalk, dedi ve birlikte kalkıp namaz kıldılar. Sonra Selmân, Ebü’d-Derdâ’ya şöyle dedi:

– Senin üzerinde Rabbin’in, nefsinin ve ailenin hakkı vardır. Hak sâhiplerinin her birine hakkını ver.

Daha sonra Ebü’d-Derdâ, Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gidip olup biteni anlattı. Resûl-i Ekrem Efendimiz:

«–Selmân doğru söylemiş!» buyurdu. (Buhârî, Savm, 51; Edeb, 86)

Görüldüğü gibi ashâb-ı kirâm birbirlerini uyararak orta yolda ilerlemeye gayret ederlerdi. Îkâz edilen kimse de hiçbir zaman kırılıp gücenmeden arkadaşını dinler ve ona tâbî olurdu. Bu hâdisede Selman -radıyallâhu anh-’ın dirâyeti kadar, Ebû’d- Derdâ -radıyallâhu anh-’ın hakka uyma, kardeşliği gözetme ve arkadaşı ile iyi geçinme gibi güzel hasletleri de hemen göze çarpmaktadır.

Netice olarak, insanoğlundan ne melek olması beklenmeli ne de haddi aşmasına müsâade edilmelidir. O her zaman insan olduğunun idraki içinde bulunmalı, iyiye tâlip olmalı ve şeytandan uzak durabilme azim ve gayretini göstermelidir. Her husûsta orta yolu tâkip etmelidir. Çünkü “Îtidâl, teennî, hal ve gidişce iyi olmak peygamberliğin yirmi beş cüz’ünden biridir.” (Muvatta, Şaar, 17; Ebû Davud, Edeb, 2)

%d bloggers like this: