Ahzâb Savaşı

Ahzâb, hizipler, gruplar demektir. Pek çok kabile, Medine-i Münevvere’nin önüne yığıldığı için bu ismi almıştır. Diğer ismi Hendek Gazvesi’dir.

5. senenin Şevvâl ayında vuku bulmuştur.

Kureyş’in ticâret yolu hâlâ kurtulmamıştı. Uhud’da Müslümanlara zarar vermişlerdi ama meseleyi kökünden halledememişlerdi. Bunu yapmaya tek başlarına güçleri de yoktu. Bu sebeple civâr kabilelerle anlaşmalar yaptılar.

Sürgün edilen Benî Nadîr yahûdîlerinin birtakım ileri gelenleri, Hayber’e sığınmışlardı. Müslümanlara karşı intikam ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Kureyşlilere işbirliği teklif etti­ler. Hattâ onların puta tapıcılığının müslümanlıktan daha üstün olduğunu söyleyip putlara taptılar. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذِينَ اُوتُوا نَصِيبًا مِنَ الْكِتَابِ يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ وَيَقُولُونَ لِلَّذِينَ كَفَرُوا هؤُلاَءِ اَهْدى مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا سَبِيلاً اُولئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمُ اللهُ وَمَنْ يَلْعَنِ اللهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ نَصِيرًا

“Kendilerine kitâptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve tâğûta îmân ediyor­lar, sonra da kâfirler için; «Bunlar, Allâh’a îmân edenlerden daha doğru yoldadır.» di­yorlar. Bunlar, Allâh’ın lânetlediği kimselerdir. Allâh’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (en-Nisâ, 51-52)[1]

Yahudiler Mekke’den çıkıp Necid’e gittiler. Büyük bir kabile olan Gatafan ile anlaştılar. Hayber hurmasının yarısını vaad ettiler. Bu şekilde Yahudilerin büyük gayretleriyle 10 binin üzerinde bir ordu topladılar.

Çok sayıda kabilenin toplandığını haber alan Rasûlullah (s.a.v) ashâbıyla istişâre ettiler. Vahiy gelmeyen hususlarda hep böyle yaparlardı. Böylece ashâbının gönlünü alır, kendisinden sonra tâkip edecekleri usulü gösterir, toplumun ve devletin karşı karşıya olduğu müşkillere kafa yormalarını, meseleleri sâhiplenmelerini temin ederlerdi. Bu yolla pek çok kâbiliyet de ortaya çıkarılmış olurdu.

Medîne’nin kuzeyine, Harratü’l-Vâkım ile Harratü’l-Vebere diye isimlendirilen iki kara taşlık arasına hendek kazma kararı alındı. Medîne’nin sadece burası açıktı. Diğer yerleri kale gibi birbirine geçmiş evler, hurma ağaçları ile develerin ve yayaların yürüyemeyeceği kara taşlıklarla çevriliydi.

 Havanın soğukluğuna ve açlığa rağmen hendek sür’atle kazıldı. Üç gün geçtiği halde yiyecek bir şey bulamadıkları olur, şiddetli açlık sebebiyle acımış ve kokusu değişmiş yağ ile karıştırılan arpayı yerlerdi. (Buhârî, Meğâzî, 29)

Toprağı omuzlarında taşırlardı. İçlerinde hizmetçileri olan zengin tüccarlar ve kabile reisleri de vardı. Büyük bir neş’e ve heyecanla çalışıyorlardı.

Berâ bin Âzib (r.a) anlatıyor:

“Rasûlullâh (s.a.v)’i Ahzâb günü[2] bizimle toprak taşırken gördüm. Bembeyaz olan mübârek karnı toz toprak içinde kalmıştı. Efendimiz (s.a.v) o esnâda, Abdullâh bin Revâha’ya âit olan şu şiiri terennüm ediyordu:

اَللّهُمَّ لَوْلاَ أَنْتَ مَا اهْتَدَيْنَا        وَلاَ تَصَدَّقْنَا وَلاَ صَلَّيْنَا

فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا              وَثَبِّتْ اْلأَقْدَامَ إِنْ لاَقَيْنَا

إِنَّ اْلأُلَى قَدْ بَغَوْا عَلَيْنَا           وَإِنْ أَرَادُوا فِتْنَةً أَبَيْنَا

«Allâh’ım, Sen bize hidâyet etmemiş olsaydın, ne sadaka verebilir ne de namaz kılabilirdik! Yâ Rab! Düşmanla karşılaştığımızda üzerimize sekînet indir! Ayaklarımızı kaydırma! Onlar bize saldırdılar. Bizi fitne-fesâda düşürmek istediklerinde biz kaçmaz, dayatırız!»

Şiirin sonundaki «ebeynâ: kaçmaz, dayatırız» kısmını okurken de sesini yükseltiyordu.” (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 29; Cihâd, 34)

*

Allah Rasûlü (s.a.v) tahammül ötesi bir meşakkat ve çile kumkuması olan Hendek harbinde, ıztırap, yorgunluk, açlık, soğuk, karanlık ve düşmana karşı verdikleri zorlu mücâdele esnâsında:

“Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır. Ensâr ve Muhâcirler’e nusret eyle!..” niyâ­zında bulunuyorlardı. (Buhârî, Meğâzî, 29)

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Hendek Günü Muhammed (s.a.v)’in ashâbı:

نَحْنُ الَّذِينَ بَايَعُوا مُحَمَّدَا … عَلَى الْإِسْلَامِ (عَلَى الْجِهَادِ) مَا بَقِينَا أَبَدَا،

«Bizler sağ kaldığımız müddetçe ebediyyen İslâm (veya cihâd) üzerine Muhammed (s.a.v)’e bey’at edenleriz!» diyorlardı.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) de:

  «اللهُمَّ إِنَّ الْخَيْرَ خَيْرُ الْآخِرَهْ … فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالمُهَاجِرَهْ»

«Allah’ım! Gerçek hayır, âhiret hayrıdır. Sen Ensâr’a ve Mu­hâcirlere mağfiret eyle!» buyuruyorlardı.” (Müslim, Cihâd, 130. Krş. Buhârî, Meğâzî, 29)

*

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), Şam ile Yemen’i, daha oralar fethedilmeden kendisine izâfe ederek:

“‒Allâh’ım! Şâm’ımıza bereket ihsân eyle! Allâh’ım! Yemen’imize bereket ihsân eyle!” diye dua buyurmuşlardır. (Bkz. Buhârî, Fiten, 16)

Aynı şekilde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), henüz müslüman olmadan evvel Şâm, Yemen, Irâk ve Necd ehli için mîkât yeri tayin etmiştir. O zaman Yemen ve Necd’den müslüman olan insanlar bulunuyorsa da Şâm ve Irâk ehli henüz müslüman olmamıştı. Ancak Cenâb-ı Hak, Efendimiz (s.a.v)’e Hendek kazarken bu bölgelerin anahtarlarını ihsân eylemişti. Allah Rasûlü (s.a.v) de bunu ümmetine müjdelemişti. Âdetâ O, hendek kazarken, aslında İslâm dünyasının temellerini atıyordu.

Mü’minler Allah ve Rasûlü’nün vaadlerine gönülden îmân ediyorlar, münâfıklar ise “Bunlar boş vaadler” diyerek korkaklık, endişe ve imansızlıklarını ortaya koyuyorlardı. (el-Ahzâb, 13-20)

 Müslümanları da korkutarak cihâddan vazgeçirmek için gayret ettiler ama muvaffak olamadılar.

*

Câbir (r.a) şöyle der:

Biz Hendek Savaşı gününde siper kazıyorduk. Önümüze son derece sert bir kaya çıktı. Sahâbîler, Rasûlullah (s.a.v)’e gelip:

“–Siperde önümüze bir kaya çıktı.” dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Hendeğe ben ineceğim.” buyurdu. Sonra ayağa kalktı. Açlıktan karnına taş bağlamıştı. Biz üç gün müddetle yiyecek hiçbir şey tatmaksızın orada kalmıştık. Rasûlullah (s.a.v) kazmayı eline aldı ve sert kayaya vurdu, o kaya un ufak olup kum yığınına döndü. Ben:

“–Yâ Rasûlallah! Eve gitmeme izin veriniz!” dedim. Evde hanımıma:

“–Ben, Allah Rasûlü’nü dayanılmayacak bir hâlde gördüm, yanında yiyecek bir şey var mı?” diye sordum. Zevcem:

“–Biraz arpa ile bir de oğlak var.” dedi. Ben oğlağı kestim, arpayı da öğüttüm. Eti tencereye koyduk. Sonra, ekmek pişmekte, tencere de taşlar üzerinde kaynamakta iken, Rasûlullah (s.a.v)’in yanına gittim.

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Birazcık yemeğim var, bir-iki kişiyle birlikte bize buyrun.” dedim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Yemeğin ne kadar?” diye sordu. Ben de olanı söyledim. Bunun üzerine:

“–Ooo, hem çok, hem de güzel! Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın!” buyurdu. Sonra ashâba:

“–Kalkınız!” dedi. Muhâcirler ve Ensâr hep birlikte kalktılar. Ben telâşla zevcemin yanına varıp:

“–Vay başımıza gelenlere! Rasûlullah (s.a.v) yanında Muhâcirler, Ensâr ve beraberlerinde olanlarla birlikte geliyor.” dedim. Hanımım:

“–Sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi. Ben:

“–Evet.” dedim.

“–O hâlde telâşlanma, O senden daha iyi bilir.” dedi.

Bir müddet sonra geldiklerinde, Rasûl-i Ekrem Efendimiz sahâbîlere:

“–Giriniz, birbirinizi sıkıştırmayınız!” buyurdu. Rasûlullah (s.a.v) ekmeği koparıyor, üzerine et koyuyor ve her defâsında tencereyi ve fırını kapatıyor, ondan aldığını ashâbına veriyordu. Sonra yine aynısını yapıyordu. Onların hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya devâm etti. Neticede bir miktar yiyecek de arttı. Allah Rasûlü (s.a.v) zevceme:

“–Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdu. (Buhârî, Megâzî, 29; Vâkıdî, II, 452)

Câbir (r.a) sözünü şöyle tamamlar:

“Gelenler bin kişi idiler. Allâh’a yemin ederim ki böyle. Hepsi de güzelce yediler, hattâ kalanı bırakıp gittiler. Tenceremiz eksilmeden kaynıyor, azalmayan hamurumuzdan da iki hanım tarafından sürekli ekmek yapılıyordu.” (Müslim, Eşribe, 141)

*

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bizzat çalıştıkları için ashâb-ı kirâm, o kadar uzun, geniş ve derin hendeği altı günde kazdılar.[3]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) kadınları ve çocukları, Müslümanların en sağlam kalesi olan Benî Hârise’nin Fâri’ kalesine yerleştirdiler.

Ordunun sırtını Sel’ Dağı’na, yüzünü de düşmana çevirdiler.

Düşman 10 bin, Müslümanlar 3 bin kişi idi.

Efendimiz (s.a.v) baskıyı azaltmak için Medîne’nin bir senelik hurmasının üçte birini vermek sûretiyle Gatafan’la anlaşmayı teklif etti, ancak ashâb-ı kirâm “Eğer vahiy değilse bunu kabul etmeyelim” dediler.

Benî Kurayza yahûdilerinin anlaşmayı bozdukları haberi gelince Müslümanların sıkıntısı son raddeye vardı. Hendek kuzeyde, yahûdiler ise güneydoğuda idiler. Müslümanlar iki ateş arasında kalmış, hanımve çocukları için endişeleniyorlardı.

“Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vâdinin üstünden ve alt yanından) üzerinize yürüdükleri zaman; gözler yıldığı, yürekler gırtlağa geldiği ve Allah hakkında türlü türlü zanlarda bulunduğunuz zaman; işte burada mü’minler imtihan edilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı.” (el-Ahzâb, 10-11)

Benî Kurayza yahûdîlerinin baskınına uğramadan sabaha çıkıldığı zaman, mü’minler rahat bir nefes alıyorlardı. Hz. Ebû Bekir (r.a):

“Medîne’de çoluk-çocuğumuz hakkında Benî Kurayza’dan duyduğumuz korku, Kureyş ve Gatafân ordularından duyduğumuz korkudan daha fazla idi. Zaman zaman Sel’ Dağı’nın tepesine çıkıp Medîne evlerine bakar, onları sükûnet ve huzur içinde gördükçe Allâh’a hamd ve şükrederdim!” demiştir. (Vâkıdî, II, 460)

Ümmü Seleme vâlidemiz de şöyle buyurmuştur:

“Ben, Rasûlullâh (s.a.v)’in yanında, çarpışma ve korkuların yaşandığı Müreysî, Hayber, Hudeybiye, Mekke’nin fethi, Huneyn gibi birçok gazâlarda bulundum. Bunların hiçbiri Rasûlullâh için, Hendek’ten daha zahmetli ve daha korkulu olmamıştır. Benî Kurayza’nın çoluk-çocuğumuza baskın yapmayacağından emin değildik.” (Vâkıdî, II, 467)

Medîne’yi koruyan devriye birlikleri tekbirler getirerek yahûdilere uyanık olduklarını gösteriyorlardı. Bunların 200’üne Seleme bin Eslem el-Evsî (r.a), 300’üne de Zeyd bin Hârise (r.a) kumandanlık ediyordu.

Hendeği gören düşman şaşkına dönmüştü. Geçmeye çalışınca da Müslümanların ok yağmuruna tutuluyordu. Bu vaziyette 24 gün beklediler.

*

Hz. Âişe (r.a) vâlidemiz şöyle nakleder:

“Hendek Gazvesi günü, insanların ardından gittim. Arkamdan bir ses geldi. Dönüp bakınca Sa’d bin Muâz (r.a) ile kardeşinin oğlu Hârise bin Evs’i gördüm. Olduğum yere çöktüm. Sa’d’ın sırtında dar bir zırh vardı, kolları zırhtan dışarı çıkmıştı. Cihâda katılmayı teşvîk eden ve ecel geldiğinde ölümün ne kadar güzel olduğunu bildiren bir şiir okuyordu. Annesi ona:

«–Yavrum koş, Rasûlullâh (s.a.v)’e yetiş! Geciktin vallâhi!» diyordu.

Sa’d’ın annesine:

«–Sa’d’ın zırhının, parmaklarına kadar bütün vücûdunu örtmesini isterdim.» dedim. Onun açık kalan kollarından okla vurulmasından endişelenmiştim. Sa’d’ın annesi:

«–Allâh hükmünü yerine getirir!» dedi. Sa’d o gün yaralandı.” (Ahmed, VI, 141; İbn-i Hişâm, III, 244)

*

Düşmanın hücumları hiç kesilmiyordu. Hattâ bir gün Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz İkindi namazını vaktinde kılamayıp güneş battıktan sonra kazâ etmişlerdi. Korku namazı henüz teşri buyrulmamıştı.

Buna çok üzülen Rasûlullâh (s.a.v), hakkında “gözümün nûru” buyurduğu namaz ibâdetinden alıkoyan müşrikler için:

“Onlar nasıl güneş batıncaya kadar bizi meşgûl edip namazdan alıkoydularsa, Allâh da onların evlerine, karınlarına, kabirlerine ateş doldursun!” diyerek bedduâ etti. (Buhârî, Meğâzî, 29; İbn-i Sa’d, II, 68-69; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 112)

*

Kuşatmanın uzun sürmesine rağmen ancak 8 müslüman şehîd olmuştu. Müşriklerden 4 kişi öldürülmüştü.

*

Allâh Rasûlü (s.a.v), ellerini yüce dergâha kaldırarak şöyle niyâz eyledi:

اللّهُمَّ مُنْزِلَ الكِتَابِ، سَرِيعَ الحِسَابِ، اللَّهُمَّ اهْزِمِ الْأَحْزَابَ، اللَّهُمَّ اهْزِمْهُمْ وَزَلْزِلْهُمْ

“Ey Rabbim! Ey Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı gönderen Allâh’ım! Ey düşmanlarla hesâbı tez gören Rabbim! Sen Medîne önünde toplanan şu Arap kabîlelerini hezimete uğrat! Allâh’ım! Onları hezimete uğrat, topluluklarını kır, irâdelerini sars da yerlerinde tutunamasınlar!” (Buhârî, Meğâzî, 29)

İbrahim et-Teymî, babasından şöyle nakleder:

Huzeyfe (r.a)’in yanındaydık. Bir kişi:

«‒Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e yetişseydim onunla birlikte harb eder, O’na daha fazla yardım ederdim!» dedi. Bunun üzerine Huzeyfe (r.a) şunları anlattı:

«‒Bunu sen mi yapacaktın? Ahzâb gecesi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le birlikteydik. Bizi şiddetli bir rüzgâr ve soğuk yakalamıştı. Rasûlullah (s.a.v):

“‒Bana bu kavmin haberini getirecek bir kişi yok mu ki Allah onu kıyamet gününde benimle beraber eylesin?!” buyurdular. Hepimiz sustuk. İçimizden kimse cevap vermedi. Sonra tekrar:

“‒Bana bu kavmin haberini getirecek biri yok mu ki Allah onu kıyamet gününde benimle beraber eylesin?!” buyurdular. Biz yine sustuk, kimse O’na cevap vermedi. Efendimiz (s.a.v) bir daha:

“‒Bana bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu ki Allah onu kıyamet gününde benimle beraber eylesin?!” buyurdular. Yine sustuk. Kimse cevap veremedi. Bunun üzerine:

“‒Kalk ey Huzeyfe! Bize bu kavmin haberini getir!» buyurdular.

İsmimle hitâb edince kalkmaktan başka çare bulamadım. Allah Rasûlü (s.a.v):

“‒Git de bana şu topluluğun haberini getir! Ama sakın onları aleyhime kış­kırtma, kendini farkettirecek bir şey yapma!” buyurdular.

O’nun huzûrundan ayrılınca sanki hamamda yürüyor gibi oldum. Ni­hayet düşmanların yanına vardım. Baktım ki, Ebû Süfyân sırtını ateşe vermiş ısınıyor. Hemen yayın içine bir ok yerleştirip ona atmak istedim. Fakat Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in; “Sakın onları aleyhime kış­kırtma, kendini farkettirecek bir şey yapma!” buyurduklarını hatırladım. Atsaydım onu mutlaka vururdum.

Sonra döndüm ama yine hamamda yürüyor gi­biydim. Efendimiz (s.a.v)’e gelip düşmanın ha­berini verdiğim, vazifemi tamamladığım anda tekrar üşümeye başladım. Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) üzerlerinde bulunan ve içinde namaz kıldıkları bir abanın artan yerini üzerime örttüler. Sabaha kadar uyumuşum. Sabah olunca Efendimiz (s.a.v) bana:

“‒Uykucu, kalk artık!” buyurdular».” (Müslim, Cihâd, 99)

Kuşatmanın uzaması düşmanın moralini bozdu. Diğer taraftan şiddetli ve soğuk bir rüzgâr çıktı. Düşmanın çadırlarını söktü, tencerelerini devirdi, ateşlerini söndürdü, eşyâlarını kumların altında bıraktı. Nihâyetinde Ebû Süfyân: “Haydi dönüyoruz!” demek zorunda kaldı. Yorgunluk ve maddî kayıptan başka bir şey elde edemediler.

Ahzâb yani kabileler Medîne’nin etrafından dağılıp gidince Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“‒Artık şimdi biz onların üzerine gazâ ederiz, onlar bizim üzerimize gelemezler, biz onlar üzerine gideriz!” buyurdular. (Buhârî, Meğâzî, 29)

Bu ifadeler İslâmî stratejinin değiştiğini, müdafaadan hücûma geçtiğini haber veriyordu. Hakikaten bundan sonra hâdiseler İslâm Başşehri Medîne-i Münevvere ve etrafından uzaklaştı Mekke, Tâif, Tebük gibi uzak bölgelere intikâl etti.

*

Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’e Sabâ rüzgârıyla yardım edilmiştir. Âd kavmi ise Debûr rüzgârı ile helâk edilmişlerdir.[6] Sabâ, helâk edici bir rüzgâr değildir. Soğuk olmasına rağmen yumuşaktır. Ancak düşmanı sarsar, çadırlarını söker, tencerelerini devirir, kalplerine korku verir.

Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz bütün gazvelerinde düşmanın hezimete uğraması için dua etmiş, helâk olmaları için dua etmemiştir. Bununla birlikte, Hendek Harbi’nde melekler Efendimiz r’in kalbini kuvvetlendirmek için inmişler ancak savaşmamışlardır. Savaşmış olsalardı düşmanlardan çok kişi ölürdü. Bütün bunlar, Allah ve Rasûlü’nün merhametleri sebebiyledir. Nitekim Hendek Harbi’ne katılan müşriklerin hemen hepsi daha sonra müslüman olmuşlardır. (Halil bin İbrahim Mollâhâtır, Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek, Cidde 1431, s. 55-59)

*

Hendek savaşı ile alâkalı nâzil olan âyetlerden biri şöyledir:

“Allah, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleri ile geri çevirdi. Allah, savaş husûsunda müminlere kâfîdir. Allah güçlüdür, mutlak gâliptir.” (el-Ahzâb, 25)

 Bu sebeple Hendek’te mü’minlerin savaşmasına hâcet kalmadan düşman hezimete uğradı ve bundan sonra Mekke’li müşrikler bir daha mü’minlere saldıramadılar. Bu âyet, Mekke’lilerle Müslümanlar arasındaki savaşın bittiğine işâret ediyordu. Nitekim bir sene geçmeden Hudeybiye Sulhu yapıldı, bundan iki sene sonra da Mekke-i Mükerreme savaşsız bir şekilde fethedildi. (Halil bin İbrahim Mollâhâtır, Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek, Cidde 1431, s. 64-65, 67)

*

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini zikredin; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.” (el-Ahzâb, 9)

 Bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz gazvelerden, hacdan ve umreden dönerken Cenâb-ı Hakk’ın bu nimetlerini hep zikretmiş ve:

لاَ إِلهَ إِلاَّ اللهُ وَحْدَه أَنْجَزَ وَعْدَه وَنَصَرَ عَبْدَه وَاَعَزَّ جُنْدَه وَهَزَمَ اْلأَحْزَابَ وَحْدَه

“−Allâh’tan başka hiçbir ilâh ve mâbud yoktur, yalnız O vardır. Vaadini gerçekleştiren O’dur. Bu kuluna yardım eden O’dur. Askerlerini güçlendiren O’dur. Toplanmış olan kabîleleri bozguna uğratan da yalnız O’dur!” buyurmuştur. (Halil bin İbrahim Mollâhâtır, Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek, Cidde 1431, s. 54)

 

Fetih Mescidi’nde Duâ

Câbir bin Abdullâh (r.anhumâ) şöyle demiştir:

“Rasûlullâh (s.a.v) Hendek Harbi’nin yapıldığı yerdeki Fetih Mescidi’nde üç defa dua etti. Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri… Çarşamba günü iki namaz arasında duâsına icâbet edildi. Hissettiği sevinç yüzünden anlaşılıyordu.

Ben de ne zaman mühim ve zor bir işle karşılaşsam Efendimiz’in dua ettiği o vakti gözlerim. O vakitte dua eder ve duâma icâbet edildiğini görürüm.” (Ahmed, III, 332; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 704; Beyhakî, Şuab, III, 397)

 

Benî Kurayza Gazvesi

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Hendek’ten dönüp silâhını bıraktığı ve yıkandığı vakit Cibrîl (a.s) gelerek:

“‒Silâhını bıraktın mı? Vallâhi biz onu bırakmadık! Onların üzerine yürü!” buyurdu.

Efendimiz (s.a.v):

“‒Nereye?” diye sordular. Cibrîl (a.s):

“‒Şuraya!” diye Benî Kurayza’ya işâret etti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) de onların üzerine sefere çıktılar. (Buhârî, Meğâzî, 30)

*

Enes ibn-i Mâlik (r.a): “Rasûlullah (s.a.v) Kurayza Oğulla­rı’na sefer ettiğinde Cibrîl’in beraberindeki melekler alayının Ganm Oğulları sokağından geçerken yükselttikleri tozu bugün bile hâlâ görür gibiyim!” demiştir. (Buhârî, Meğâzî, 30)

Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve ashâbı takım takım Kurayza Oğulları yurduna gittikleri esnâda meleklerin de Cibrîl (a.s)’ın kumandasında kâfile hâlinde oraya hareket ettikleri anlaşılıyor.

*

İbn-i Ömer (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Ahzâb Günü:

«‒Herkes ikindi namazını Kuray­za Oğulları yurdunda kılsın!» buyurdular.

Ashâb-ı kiramın bir kısmını ikindi vaktine yoldayken girdiler. Bunlar­ın bir kısmı:

«‒Oraya varıncaya kadar namaz kılma­yız!» dediler.

Bir kısmı da:

“‒Bilâkis namazımızı yolda kılarız. Zîrâ Efendimiz (s.a.v) bizden bunu istemedi (vakit girse bile orada kılmamızı murâd etmedi, yetişebilirsek orada kılmamızı emretti)» dediler.

Bu durum Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e arzedilince hiçbirinin yanlış yaptığını söylemediler.” (Buhârî, Meğâzî, 30)

*

Benî Nadîr reislerinden Huyey bin Ahtâb’ın teşvîkiyle muâhedeyi bozarak Müslümanları iki ateş arasında bırakmışlar, daha evvel anlaşmalı oldukları Evs kabilesi reisi Sa’d ibn-i Muâz (r.a)’ın nasihatlerini de reddetmişlerdi.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) üç bin asker, otuz altı süvârî ile hicrî 5. senenin Zü’1-Ka’de ayının sonlarına doğru hareket edip Kurayza yahûdîlerini yirmi küsur gün muhasara ettiler. Zü’1-Hicce’nin 8’i perşembe günü Kurayza’yı teslîm alarak Medine’­ye döndüler.

Peygamber Efendimiz’in haklarında hüküm vermesini kabul edeceklerdi. Bu durumu, anlaşmalı oldukları sahâbî Ebû Lübâbe (r.a) ile istişâre ettiler. O da eliyle boynuna işaret ederek hükmün ölüm olacağını ifade etti. Ve hemen bu yaptığına pişman oldu. Tevbesi kabul edilinceye kadar kendisini Mescid’in direklerinden birine bağladı. (Ahmed, VI, 141)

Bu istişâre üzerine yahûdiler de Sa’d ibn-i Muâz (r.a)’ın hükmüne râzı olacaklarını bildirdiler. Daha evvelki dostluk anlaşmaları sebebiyle kendilerine şefkat edeceğini zannettiler.

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle buyurur:

“Kurayza ahâlîsi haklarında Sa’d ibn-i Muâz’ın hüküm vermesi şartıyla kalelerinden inip teslim oldular. Pey­gamber Efendimiz (s.a.v) Sa’d’e haber gönderdiler. Sa’d (r.a) bir merkeb üze­rinde geldi. Sa’d mescide (o bölgede tâyîn edilen namazgâha) yaklaşınca Efendimiz (s.a.v) Ensâr’a:

«‒Haydi, seyyidiniz (veya) en hayırlınız için ayağa kalkınız!» buyurdular.

Sonra Sa’d’a:

«‒Şunlar, haklarından senin hüküm vermen şartıyla kalelerinden indiler!» buyurdular.

Sa’d (r.a) onlar hakkında şu hükmü verdi:

«‒Harb edenlerini öldürür, kadınlarını ve çocukları­nı esîr alır, (mallarını da ganimet olarak taksîm edersin!)» dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Allah’ın hükmüyle hükmettin!» veya «Melik’in hükmüyle hükmettin!» buyurdular.” (Buhârî, Meğâzî, 30)

Benû Kurayza yahudileri Sa’d ibn-i Muâz’ın hakemlik etmesini istediler. Zira onlar câhiliye devrinde, Sa’d (r.a)’in reisi olduğu Evs kabilesi ile anlaşmalı idiler. Sa’d (r.a) da onlara kendi inandıkları Tevrat’la hükmetti:

“Savaş için bir şehre vardığında önce sulh iste. Müsbet cevâb verip kapılarını açarlarsa orada bulunan bütün halk senin emrindedir ve hepsi senin kölendir. Eğer şehir teslim olmaz, üstelik seninle savaşa kalkışırlarsa önce muhâsara et, eğer Allah Rab şehri sana verirse oradaki bütün erkeklerin kılıçla boyunlarını vur. Oradaki kadınlar, çocuklar ve hayvanlar ve şehirde ganimet olabilecek ne varsa senindir. Allah Rabb’in sana verdiği düşman ganimetini yersin!” (Tevrat, Tesni­ye, 10-15)

Kurayza Oğulları da Sa’d ibn-i Muâz’ın verdi­ği hükmün Tevrat’ın hükmüne uygun olduğunu itirâf etmişlerdir. Zamanımız kanûnlarına göre de hüküm böyledir: Vatana ihanet eden, düşmanla birleşe­rek vatanına karşı silâh kullanan kişinin cezası îdâmdır.

Müslüman olan 3 kişi öldürülmekten kurtuldular.

*

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurur:

“Sa’d ibn-i Muâz Hendek günü vuruldu. Ona Kureyş’ten Hıbbân ibnu’l-Arıka denilen bir adam ok at­mış ve pazusundaki ana damarı koparmıştı. Peygamber Efendimiz (s.a.v), yakından çokça ziyâret edip kendisiyle alâkadar olabilmek için Mescid’de ona mahsûs bir çadır kurdurdu…

Sa’d (r.a):

«Allah’ım! Sen biliyorsun ki, Rasûlü’nü tekzîb eden, vatanından çıkaran kavim kadar kendileriyle Sen’in yolunda harb ve cihâd etmek istediğim başka kimse yoktur. Allah’ım! Öyle zannediyorum ki, bizimle onların arasındaki harbi artık bitirmişsindir. Eğer Kureyş ile başka bir harbimiz daha kaldı ise, Sen’in yolunda onlarla cihâd edeyim diye beni hayatta bırak! Eğer aramızda harbi bitirmişsen, bu yaramı deş de ölümüm o sebeple olsun!» diye duâ etti.

Hemen yarası boyun tarafından deşiliverdi. Mescid’de Gıfâr Oğulları’ndan bâzı kimselere âid bir çadır daha vardı. Onlar, birden kendilerine doğru akıp gelen kanla irkildiler ve:

«‒Ey çadır ehli! Sizin tarafınızdan bize doğru gelen bu kan ne­dir?» dediler.

Meğer Sa’d (r.a)’in yarası kanıyormuş. İşte Sa’d (r.a) bu yara sebebiyle şehîd oldu. Allah Teâlâ ondan râzı olsun!” (Buhârî, Meğâzî, 30)

Rasûlullâh (s.a.v):

“Sa’d bin Muâz’ın vefâtı sebebiyle Rahmân’ın Arş’ı titredi.” buyurdular. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 12; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 125)

*

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Kurayza günü Hassân ibn-i Sâbit’e:

“‒Onları hicvet! Cibrîl (a.s) seninle beraberdir!” buyurdular. (Buhârî, Meğâzî, 30)

*

Muhammed bin Kaʻb el-Kurazî tâbiîn muhaddisi ve tefsir âlimidir. İnsanların çok değer verdiği, duası makbul biri olan Kurazî, varlıklı bir insandı. Bir defâsında Medîne’deki mallarından büyük bir gelir elde etmişti. Ona:

“‒Artık bu kazandıklarını oğlun için ayırıp saklarsın.” dediler. O şu cevabı verdi:

“‒Hayır, bunu kendim için ayırıp Rabbimin katına gönderiyorum. Oğluma ise Rabbimi ayırıyorum.” (Kâdî Iyâz, Şifâ, I, 412)



[1] Bkz. Vâhidî, s. 160.

[2] Hendek harbinde muhtelif kabîleler müslümanlara karşı bir araya geldikleri için bu savaşa Ahzâb ismi de verilmiştir.

[3] Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, IV, 1208-1209.

[4] Bkz. Vâkıdî, II, 470-474; İbn-i Sa‘d, II, 68; İbn-i Hişam, III, 240-242; İbn-i Seyyid, II, 61-62; İbn-i Kayyım, Zâdu’l-mead, II, 131; Diyârbekrî, I, 486-487; Heysemî, VI, 135; Hâkim, III, 32, 33; Halebî, II, 641, 643; İbn-i Kesîr, Bidâye, IV, 106; Taberî, Târîh, III, 49; A. Zeynî Dahlan, Sîre, II, 7.

[5] Ahmed, I, 248; Vâkıdî, II, 474; İbn-i Hişam, III, 273; Bevhakî, Delâil, III, 438; Taberî, Târîh, III, 49.

[6] Buhârî, Meğâzî, 29.

%d bloggers like this: