İslâm âlimleri “din”i tarif ederken, insanın irade ve tercihine büyük bir ehemmiyet atfederler. Onlara göre din; “akıl sahibi kişileri güzelce, kendi hür iradeleriyle bizzat hayırlara sevk eden ilâhî kanunlar bütünü”dür. Dinin şartı akıl ve istektir.
Bu bakış açısına göre İslâm’a girmek için ferdî vicdanlara baskı yapılamaz. Esasen dinin temel unsurunu inanç teşkil ettiğine ve inanç da nüfuz edilip müeyyide uygulanması imkânsız bir gönül işi olduğuna göre herhangi bir inancı zor kullanarak kişinin gönlüne yerleştirmek mümkün değildir. Şu hâlde iyi niyete, iradenin tercihine dayanmayan ve gönülden benimsenmemiş bir dindarlık, “nifak” demektir ki bu, açıkça inkâr etmekten daha kötüdür.[1] Samimiyetsiz ibadet ise, “riyâ/gösteriş” için yapıldığından şiddetle reddedilmiştir.
Cenâb-ı Hak şuurlu ve hür olarak yarattığı insana doğruyu ve yanlışı göstermiş, ancak hiçbir zaman irade hürriyetine müdahale etmemiştir. Herkes hür iradesiyle tercihte bulunacak ve bu tercihinin neticesine kendisi katlanacaktır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“(Rasûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” (Yûnus, 99)
“İsteyen iman etsin, isteyen küfrü tercih etsin.” (Kehf, 29)
“Eğer inkâr edecek olursanız bilin ki Allah sizden müstağnidir, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ancak kullarının inkâra sapmalarına râzı olmaz. Eğer şükrederseniz, bundan hoşnut olur.” (Zümer, 7)
“Kim sâlih bir amel işlerse, faydası kendisinedir. Kim de kötülük yaparsa, zararı yine kendisinedir. Sonunda Rabbinizin huzûruna götürüleceksiniz.” (Câsiye, 15)
Ebû Râfî‘ t şöyle anlatır: Kureyşliler beni Rasûlullah r Efendimiz’e elçi olarak göndermişlerdi. Onu görünce gönlüme İslâm’a girme arzusu düştü:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, vallahi ben Kureyşlilerin yanına asla dönmeyeceğim!” dedim. Rasûlullah r:
“–Ben ahdimi bozmam ve bana gelen elçileri alıkoymam. Sen şimdi Kureyşlilerin yanına dön! Eğer şu anda kalbine gelen (İslam’a girme arzusunu orada da) hissetmeye devam edersen buraya geri gel!” buyurdu. Bunun üzerine Mekke’ye gittim, elçilik vazifemi bitirince Peygamber Efendimiz’e geldim ve müslüman oldum. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 151/2758)
İslâm, prensiplerini insanlara cebir yoluyla kabul ettirmek istememiştir. Bu sebeple zorlamanın her şeklinden kaçınmıştır. O kadar ki, fikrî zorlamadan bile uzak kalmıştır. Meselâ mucize, İslâm’ı tebliğ ederken esas vâsıtalardan biri olmamış ve hatta Hz. Peygamber’den mucize istemek hoş karşılanmamıştır. Önceki peygamberlere asâ, beşikte konuşmak, ölüleri diriltmek, körleri ve dertlileri iyileştirmek gibi mucizeler verilmişti. İslâm dini, beşer irfânının tekâmül ettiği bir devreye rastladığından, onda Kur’ân mucizesiyle akla ve idrake hitap edilmiştir. İnsanlara aklî kanunlar ve iknâ edici deliller gösterilmiştir. İşte bu sebeple İslâm’da maddî zorlama bir vasıta olarak kabul edilmemiştir.[2]
İslâm’da din ve vicdan hürriyetini belirleyen en sarih ifade, Bakara sûresinin 256. âyetinde yer alır:
“Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl tamamen birbirinden ayrılmış ve hak bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır.”
Dinin bir bilgi, şuur ve hür kararla tasdik alanı olması yanında İslâm düşüncesine göre dünya da bir imtihan ve tercihler alanıdır. Yaratan veya yaratılmışlar tarafından baskı kullanıldığı takdirde seçme hürriyetinin yöneleceği alternatifler de ortadan kalkacak ve bu durumda dünya, imtihan alanı olma husûsiyetini kaybedecektir.[3]
Yukarıdaki âyetin nüzul sebebiyle ilgili verilen bilgiler câlib-i dikkattir: Câhiliye devrinde, çocuğu yaşamayan kadınlar, “Eğer çocuğum yaşarsa onu yahudi yapacağım” diye adakta bulunurdu. Bu sebeple, Medîneliler müslüman olduğunda, bir kısmının çocukları yahûdilerin arasında bulunuyordu. Nadîroğulları yahûdileri, müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozup ihânette bulununca Medîne’den sürülmelerine karar verildi. Sonradan yahûdi olan çocukların âileleri:
“–Çocuklarımızın yahûdilerle gitmesine müsâade etmeyiz, (onları zorla alıkoyup müslüman yaparız)” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ “Dinde zorlama yoktur” âyetini indirdi. (Ebû Dâvûd, Cihad, 116/2682; Vâhidî, s. 85-87)
Dinde zorlama olmamasının bir sebebi de, hak ile bâtılın insanlara açıkça gösterilmiş ve zihinlerde bununla ilgili hiçbir şüpheye mahal bırakılmamış olmasıdır. Zira İslâm gâyet açık ve net, delilleri de o derece parlak ve kuvvetli olan bir dindir.
Cihâd
“Cihâd” kelimesi, “Allah’ın birliğini ve Rasûlullah’ın peygamber olduğunu yaymak maksadıyla gayret sarfetmek” mânâsına gelir ve normal şartlarda bu nevi faaliyetler savaş hâricindeki usullerle yürütülür. Buna göre cihâd, İslâm’ı zor kullanarak benimsetme yolu olmayıp onun anlatılmasına ve öğretilmesine mânî olan engellerin ortadan kaldırılması için gayret sarfetmekten ibarettir. Rasûlullah r zamanındaki savaşlar, karşı tarafın fiilen taarruzuna veya taarruz teşebbüslerine mukabil savunma niteliğindeydi.[4]
Mutlak anlamda şirk ve küfür savaş sebebi değildir. Temel prensip tebliğdir. Savaş, gayr-i müslim tarafın tecavüz ve düşmanlıkta bulunması ve tebliğ vazifesine mâni olması durumunda meşrudur. Bu durumda cihâd eden müslümanların gâyesi, bir kimseyi zorla dinlerine çekmek değildir. Belki tüm gayretleri insanlar üzerinden zulmü, haksızlığı ve baskıyı kaldırıp onlara seçme hakkı kazandırmak ve onları tercihte serbest bırakmaktır. Müslümanlara düşen vazîfe, insanlar kendi dinlerinde kalsalar bile, onlardan her türlü zulmü kaldırmak ve her türlü fesattan insanları korumaktır.[5] Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Kendilerine savaş açılan müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter. Onlar, başka değil, sırf «Rabbimiz Allah’tır» dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol zikredilen manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendi (dini)ne yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.” (Hac, 39-40)
İslâm, ibadet hürriyetini sadece kendisine inananlara değil, diğer din mensuplarına da vermektedir.[6] Nitekim Rasûlullah r ile görüşmeye gelen Necran hristiyanları, kendilerine mahsus ibadetin vakti gelince Peygamber Efendimiz’in mescidinde ayağa kalkmışlardı. Müslümanlardan bazıları onlara mâni olmak istedi. Ancak Allah Rasûlü r:
“–Onları kendi hallerine bırakınız!” buyurdu. Necran hristiyanları da doğuya dönerek ibadetlerini yaptılar.[7]
Diğer Din Mensuplarıyla İyi Geçinmek
Hiç kimsenin İslâm’a zorlanması söz konusu olmadığı gibi, aksine Kur’ân-ı Kerim’de zararları dokunmadığı müddetçe gayr-i müslimlerle iyi geçinilmesi tavsiye edilir:
“Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah adâletle muâmele edenleri sever. Ancak Allah sizi, din konusunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder.” (Mümtehine, 8-9)
Hz. Ömer devrinde Ebû Ubeyde bin Cerrâh, hristiyan Humus halkıyla bir anlaşma yaptı ve canları, malları, surları, kiliseleri ve değirmenlerinin korunması karşılığında şehri teslim aldı. Yuhanna kilisesini, dörtte birinin cami yapılması şartıyla bu anlaşma dışında tuttu. Muâviye halife olunca bu kiliseyi Dımeşk’teki camiye dâhil etmek istedi. Ancak itirazlar üzerine bu fikrinden vazgeçti. Abdümelik bin Mervân aynı maksatla gayr-i müslimlere çok para vermesine rağmen yine onları râzı edemedi. Velid bin Abdülmelik de onlara bu kilise karşılığında büyük paralar ve farklı alternatifler sunmasına rağmen onları râzı edemeyince kiliseyi yıkıp camiye ilhak etti. Bu durum daha sonra halife olan Ömer bin Abdülaziz’e şikâyet edilince, o durumu araştırdı ve gayr-i müslimlerin haklı olduğunu görüp oranın sahiplerine iadesine karar verdi. Ancak bu sefer de müslümanlar camilerinin kiliseye dönüştürülmesine râzı olmadılar. Ömer bin Abdülaziz gayr-i müslimlerle görüşmeler yaptı, müslümanlar tarafından fethedilen Guta’daki bütün kiliseleri kendilerine bağışlayarak onları râzı etti ve mes’eleyi tatlıya bağladı.[8]
Yahudiler, İslâm hâkimiyetindeyken, tarihlerinin Hz. Davud ve Hz. Süleyman’dan sonraki en mes’ûd devirlerini yaşamışlardır. Bizans topraklarında, putperestlik devrinde de hristiyanlık devrinde de zulüm altında idiler. Üstelik bütün sinagoglar kiliseye çevriliyor ve hristiyan olmaya zorlanıyorlardı. Müslüman Türklerin Anadolu’ya ayak bastığı andan itibaren onlar da nefes almaya başladılar. Binlerce yahudi, Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına sığındı. Osmanlı Devleti’yle birlikte ise tarihlerinin en uzun süreli mes’ûd devirlerine girdiler. Haham Isaac Tzarfati, Almanya’daki yahudileri bir mektupla Türkiye’ye göç etmeye çağırıyor ve şöyle yazıyordu:
“Kardeşlerim, ben de Almanya’da doğdum ancak ülkemden çıkarıldım ve Allah’ın kutsadığı Türk topraklarına geldim. Burada huzur ve mutluluk buldum. Burada Allah’ın bize verdiği nimetlerin onda birini bile bilseydiniz, ne yapar eder buraya gelirdiniz. Burada şikâyet edeceğimiz hiçbir şey yok. Büyük servetlerimiz var; ellerimiz altın ve gümüşle dolu. Ne ağır vergiler söz konusu, ne de ticaretimize bir engel var. Her şey ucuz ve hepimiz huzur ve hürriyet içinde yaşıyoruz. Burada yahudileri, bir utanç forması olarak sarı şapka giymeye de zorlamıyorlar. Uyanın kardeşlerim, her şeyinizi toplayıp buraya gelin!”[9]
Napoleon, 1798-1799 yıllarında Osmanlı Devleti’ne saldırdığında, Filistin ve Suriye’de yaşayan Ermenileri isyan ettirmeye kalkınca, Fransa’nın İstanbul’daki Büyükelçisi Sebastiani, Napoleon’a:
“‒Ermeniler buradaki hayatlarından o kadar memnunlar ki, isyan çıkarmak imkânsızdır” demiştir.
Voltaire de bu konuda şöyle der:
“Büyük Türk, farklı dinlerden 20 milleti barış içinde idare eder. Türkler, hristiyanlara barışta ve zaferde nasıl mâkul olunacağını öğretti.”
İngiliz tarihçi Philip Marshall Brown şöyle yazmıştır:
“Türkler büyük zaferler kazanmalarına rağmen ele geçirdikleri bütün ülkelerin halklarına kendi örf ve geleneklerine göre kendilerini idare etme hakkını cömertçe tanıdılar.”[10]
Görüldüğü gibi İslâm tarihi müslümanların diğer din mensuplarına tanıdığı inanç ve fikir hürriyetinin misalleriyle doludur. Böyle bir inanç sisteminin zorla insanlara benimsetildiği iddiası, kuru ve asılsız bir iftiradan başka bir şey değildir.
[1] Nisâ, 140; Mâide, 41.
[2] Prof. Dr. Seyyid Kutup, İslâm’ın Dünya Görüşü, s. 32-33.
[3] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, “Din” mad., DİA, IX, 322.
[4] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, “Din” mad., DİA, IX, 323. Bu mevzu, “İslâm ve Cihâd” ve “İslâm Terörü Kaldırmak İçin gelmiştir” bölümlerinde tafsilatıyla işlenecektir.
[5] Prof. Dr. Seyyid Kutup, İslâm’ın Dünya Görüşü, s. 32-33.
[6] Kutup, a.g.e., s. 34-35.
[7] İbn-i Hişâm, II, 202-207; İbn-i Sa’d, I, 357; Beyhakî, Delâil, IV, 382-387; Halebî, İnsânu’l-uyûn, III, 235.
[8] Bkz. Doç. Dr. Bahâüddin Varol ve dğrl, Cahiliye Toplumundan Günümüze Hz. MUHAMMED, s. 286; Prof. Dr. M. Hamîdullah, İslâm’a Giriş, s. 237.
[9] S. J. Shaw, The Jews of the Ottoman Empire and the Turkish Republic, Macmillan, 1991, s. 32.
[10] Bkz. http//www.atmg.org/ArmenianProblem.html.