MUÂMELÂT

Muâmelât, İslâm’ın en mühim esaslarından biridir. Fakat ne yazık ki, çoktan beri bütün İslâm âleminde materyalist ve rasyonalist telâkkîlerin esiri olan insanların menfî telkinleri neticesinde, yüce İslâm dîninin muâmelât yönü, ekseriyetle ihmâl edilmiştir. Bu sebeple, İslâm’ı doğru anlayıp hayatın her safhasına intikal ettirebilmek için, evvelâ bu dînin “muâmelât”ına dâir kâidelerini öğrenmek, fevkalâde önem arz etmektedir.

Zira İslâm, muharref hristiyanlıktaki gibi sadece kulun kalbi ile Allah arasına hapsedilmiş, hayatın diğer sahaları üzerinde tatbikâtı olmayan bir sistem değildir. O, hayatın bütününü kuşatan bir dünya görüşü ve davranış kâideleri manzûmesi tebliğ etmiştir. Toplumları oluşturan fertlerin şahsî ve gündelik hayatından âile hayatına, akrabâlık ve komşuluk münâsebetlerinden ticârî ve iktisâdî faâliyetlerine, tâlim, terbiye ve irşâd hizmetlerinden ictimâî huzur ve âsâyişi temin eden muâşeret kâidelerine kadar her sahada, insanların vazîfe, mes’ûliyet ve haklarını, bunların ihlâli durumunda tatbik edilmesi gereken cezâî müeyyideleri tanzim etmiştir. Hayatın hiçbir sahasını boş bırakmadan insanlar arası münâsebetleri, birtakım temel kâideler ışığında bütün teferruâtıyla düzenlemiştir.

Bir müslüman, ferdî hayatını İslâm çizgisinde yaşamak mecbûriyetinde olduğu gibi, ictimâî hayatını, yani diğer insanlarla muâmelelerini de Allâh’ın emirlerine uygun tarzda düzenlemek zorundadır. Yani İslâm’ı hayatının her safhasına hâkim kılmalıdır. Buna muvaffak olamayan bir kimse, sâlih bir mü’min kıvâmına ulaşamaz.

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Kötü muâmele sahibi olan kimse, cennete giremez.” (Tirmizî, Birr, 29/1946)

Hazret-i Ömer t da şöyle der:

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;

–Konuştuğunda doğru söylüyor mu,

–Kendisine bir şey emânet edildiği zaman emânete riâyet ediyor mu,

–Dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326)

Yani mü’minin mânevî seviyesi, ferdî hayatı ile birlikte ictimâî muâmelelerinin de düzgün olmasıyla kemâle ermektedir.

Muâmelât denildiğinde, âile-akrabâ ve komşulukta, ictimâî ve iktisâdî sahada, velhâsıl hayatın her safhasındaki beşerî münâsebetlerde adâlet, kul hakkına riâyet, affedicilik, yardımlaşmak, kısacası mükemmel bir sûrette edepli olmak gibi esaslar akla gelir.

Şimdi bunların bir kısmı üzerinde kısaca duralım:

Âile hayatı

İnsan, fıtratı îcâbı bir âile kurmaya ve o âile içinde yaşamaya muhtaçtır. Lâkin âile yuvasının huzur ve saâdeti için de, âile fertlerinin, üzerlerine düşen hak ve vazifeleri bilmeleri ve bunlara uymaları zarûrîdir.

Baba, hanımını ve çocuklarını en güzel şekilde terbiye edip ihtiyaçlarını helâlinden temin ederek onları iki cihan saâdetine hazırlamalıdır. Evlâtlarına mal-mülk mîrasından ziyâde, sağlam bir karakter ve şahsiyet mîrâsı bırakmalıdır.

Anne, efendisine karşı vazifelerinde hassas davranmalı, evine ve çocuklarına sahip çıkmalıdır. “Yuvayı kuran dişi kuştur.” darb-ı meselince, kanaatkâr davranarak israftan kaçınmalı ve her hususta büyük bir dirâyetle hareket etmelidir. Yuvasının muallimi olmalı, ilâhî bir emânet olan yavrularına İslâm’ın nezâket ve zarâfetini telkin etmelidir.

Anne-baba, çocuklarına karşı adâletli davranmalı, bizzat örnek olarak güzel bir terbiye vermelidir. Kusursuz bir evlât yetiştirmenin, kusursuz bir anne-baba olmaya bağlı olduğunu unutmamalıdır.

Âilede çocuklar, Kur’ân’ın bereket ve feyiz dolu ikliminden, bilhassa peygamber kıssalarından ve bu kıssalardaki ilâhî mesajlardan haberdâr olarak yetişmelidir. Anne-babaları onlara, her şeyden evvel zarûrî olan dînî bilgileri öğretmelidirler. Daha sonra da tercih edecekleri meslekle alâkalı İslâmî hükümleri öğrenmelerine yardımcı olmalıdırlar.

Yine çocuklar, anne babalarına karşı son derece hürmet ve muhabbet hisleriyle dolu olmalı, onlara itaat ederek hizmetlerine koşmalıdırlar.

Şüphesiz ki âile fertlerinin ebedî saâdeti kazanmaları için gayret göstermek, en mühim mes’ûliyettir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

Ey îmân edenler! Kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz!..” (et-Tahrîm, 6)

Dolayısıyla dünyada nefsâniyet ateşlerinden korunmalıyız ki, âhirette cehennem ateşine sürüklenmeyelim.

Âile içindeki dînî ve uhrevî mes’ûliyetlerden sonra dünyevî mes’ûliyetler gelir. Peygamber Efendimiz r bir hadîs-i şerîflerinde şu îkazda bulunmuşlardır:

“Kişinin, geçimini sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri ihmâl etmesi, ona günah olarak yeter.” (Müslim, Zekât, 40; Ebû Dâvûd, Zekât, 45)

Allah Rasûlü r Efendimiz de, âilesinin rızkını temin için lüzûmu kadar çalışmış, bu yolda gösterilen gayretlerin, ibâdet ve infak yerine geçtiğini beyân etmiştir.

Âilede huzur ve saâdet için, evin reisi, hanımından habersiz uzun yolculuklara çıkmamalıdır. Yine eve, habersiz ve kim olduğunu bilmediği yabancı misâfirler getirmemelidir. Hanımından, meşrû ölçülerin dışında nâmahremlerin karşısına çıkmasını ve onlara hizmet etmesini istememelidir. Âilesini mümkün mertebe karışık ortamlardan uzak tutmalıdır.

Âile içinde hanımın takvâ ve istikâmeti de; kocasını, çocuklarını, akrabâlarını ve hattâ komşularını hayır ve hasenâta teşvik edecek mâhiyette olmalıdır. Sâliha bir hanım, etrafına saâdet saçan, cennet kokulu bir çiçektir. Fahr-i Kâinât Efendimiz ne güzel buyurur:

“Sâliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını, hem de nâmusunu muhâfaza eder.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 5)

Allah Rasûlü r kocalarının haklarına güzelce riâyet eden kadınlara şu müjdeyi vermiştir:

“Kocası kendisinden memnun olduğu hâlde ölen kadın cennete girer.” (Tirmizî, Radâ‘, 10/1161; İbn-i Mâce, Nikâh, 4)

Akıllı bir hanım, beyinin ahlâkını, alışkanlıklarını ve kendisinden beklediği davranışları kısa zamanda kavrar. Evinin ve kendisinin temiz ve düzenli olmasına dikkat eder. Beyini devamlı güler yüzle karşılar. Sabah giderken duâlarla uğurlar. “Kazancın az da olsa helâlinden olsun, helâl olarak ne getirirsen ben râzıyım!” diye îkazda bulunur. Yemeğini zamanında hazırlar. Kocasının sevip hoşlandığı şeyleri yapmaya gayret eder. Kanaatkâr ve tutumlu olur.

Mü’minler, nefse ve şeytana fırsat vermeden huzurlu âile yuvalarını ayakta tutmaya çalışmalıdırlar. Âile fertlerinin haklarını güzelce îfâ etme gayreti içinde olmalıdırlar. Bu haklar îfâ edilmediğinde, kıyâmette acıklı bir azâba dûçâr olunacağı muhakkaktır. O günkü hesâbın şiddetinden, herkes birbirinden kaçmak ister, ancak nâfile!..

Cenâb-ı Hak şöyle îkaz buyurur:

“Kıyâmet günü kişi kardeşinden, annesinden, babasından, hanım ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese, 34-37)

O gün insanlar yakınlarından, hak talebinde bulunmasınlar diye kaçmak isteyeceklerdir. Dünyada Allah Teâlâ’nın rızâsı istikâmetinde yaşayanların yüzleri sevinçten parlarken, vazifelerini ihmâl edenlerin yüzleri de korku, hüzün ve pişmanlıktan simsiyah kesilecektir.

Velhâsıl huzurlu bir âile yuvası için, âile fertlerinin birbirlerine karşı muhabbet, fedâkârlık, şefkat ve merhamet hislerini önde tutmaları îcâb eder. Ev hayatında akıllarını hislerinin önünde tutan kişiler, kuru bir beraberlikten başka bir şey elde edemezler. Böylelerinin evleri “âile yuvası” olmaktan çıkıp sırf duvarlarla ihâta edilen, menfaat beraberliğine dayalı bir “mesken” hâline gelir.

Dolayısıyla o meskeni, bir cennet köşkü hâline getirmek, bütün aile fertlerinin ortak vazifesi olmalıdır. Elbette ki bu da, cennete yakışır muâmelat ölçüleri içerisinde gerçekleşir. Bu gerçekleştiğinde de âilede öyle bir ulvî huzur teşekkül eder ki, o, insanın bütün çevresine aynı şekilde yansır. Gerek dostlar arasındaki münâsebetlerde, gerek akrabâlar arasındaki münâsebetlerde bambaşka bir huzur, saâdet ve güzellik yaşanmaya başlar.

Akrabâlık münâsebetleri

Kişinin akrabâ ve yakınlarıyla alâkasını devâm ettirmesi, onları koruyup gözetmesi, yani sıla-i rahimde bulunması, dînimizin çok ehemmiyet verdiği esaslardan biridir. Zira Cenâb-ı Hak, akrabâları birbirlerine mîrasçı kılmış, birtakım haklar ve vazifelerle aralarındaki bağları kuvvetlendirmiştir.

Akrabâ çevresi, insanı maddî ve mânevî kötülüklerden muhafaza ettiği gibi muhtelif hayır ve sâlih amellerin işlenmesinde de yardımcı olur. Dolayısıyla müslüman, dînî ve dünyevî hususlarda yakınlarına faydalı olmak ve hayırlı işlerde onlardan istifâde edebilmek için akrabâlık bağlarını muhâfaza etmeli ve “sıla-i rahim” vazifesini hiçbir zaman ihmâl etmemelidir.

Akrabâlarla münâsebetler, merhamet ve şefkat temelleri üzerinde binâ edilmelidir. Şu hadîs-i şerîf bu hususta mühim bir ölçü tâlim etmektedir:

“Akrabâsının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabâyı koruyup gözeten kişi, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devam edendir.” (Buhârî, Edeb, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 45; Tirmizî, Birr, 10)

Bunun aksine, akrabâlarıyla bağını keserek onlarla ilgilenmeyen kişiler için de hadîs-i şerîflerde pek çok îkaz ve tehditler vârid olmuştur:

“Âhirette cezâsını ayrıca vermekle beraber, dünyada Allah Teâlâ’nın çabucak cezâlandırmasını en fazla hak eden günahlar, zulmetmek ve akrabâyı ihmâl etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43; Tirmizî, Kıyâme, 57)

“Her cuma gecesi insanoğlunun amelleri Allâh’a arz olunur. Fakat akrabâsıyla alâkasını kesen kimsenin amelleri kabul edilmez.” (Ahmed, II, 484)

“Akrabâsıyla ilgisini kesen kimse cennete giremez.” (Buhârî, Edeb, 11; Müslim, Birr, 18, 19)

Yine akrabâya yapılan infâkın, hem sadaka hem de akrabâyı koruyup gözetme sevâbı olduğunu bildiren Efendimiz r iyilikte bulunmada tâkip edilmesi gereken sırayı şöyle beyân etmiştir:

“Harcamaya kendinden başla. Artanı çoluk-çocuğuna sarf et. Âilenden bir şey artarsa, bunu da yakınlarına harca. Bunlardan arta kalanı da, önündeki, sağındaki, solundaki (muhtaçlara) ver!” (Müslim, Zekât 41; Nesâî, Zekât 60, Büyû 84)

Hadîs-i şerîfte beyan edilen, kendinden çevreye doğru yayılması gereken harcama tâlimatı, merhale merhale üzerimizdeki hakları da ifâde etmektedir. Çünkü insan hayatın alışkanlıkları arasında üzerindeki pek çok hakkın farkına bile varamamaktadır. İçlerinde de bilhassa komşuluk hakkı, neredeyse bugünün dünyasında sıfırlanmış bir vaziyete düşmüştür.

Komşuluk hakkı

Cenâb-ı Hak, komşuluk hukûkuna riâyeti ısrarla emretmiştir. Zira insan, akrabâlarından çok, komşularıyla beraberdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“…Anaya, babaya, akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere ihsân ile muâmele edin, iyi davranın…” (en-Nisâ, 36)

Âyette bahsedilen “yakın komşuya iyilik etmek”, evi yakın olan veya hem yakın komşu, hem akrabâ, hem de din kardeşi olan kimselere güzel muâmelede bulunmak, yardım etmek ve hatâlarına karşı sabırla tahammül göstererek onları affetmektir.

Uzak komşuya iyilik etmek ise, evi uzak olan veya akrabâlık bağı bulunmayan yahut müslüman olmayan kimselere el uzatmak ve gönlümüzü açmaktır.

Peygamber Efendimiz r üzerimizdeki hakları itibârıyla komşuları üçe ayırmıştır:

1. Sadece bir hakkı olan komşular: Gayr-i müslimler. Bunların sadece komşuluk hakkı vardır.

2. İki hakkı olan komşular: Müslümanlar. Bunların hem komşuluk, hem de din kardeşliği hakkı vardır.

3. Üç hakkı olan komşular: Akrabâ olan müslümanlar. Bunların da hem komşuluk, hem din kardeşliği, hem de akrabâlık hakkı vardır.[1]

İslâm, insânî muâmeleleri yakından uzağa doğru tanzim etmiştir. Bu sebeple daha yakın olanın daha fazla hakkı vardır ki, insan tabiatının îcâbı da budur.[2]

Bütün insanların güzel komşularla yaşamak istediğini düşünerek evvelâ kendimiz güzel bir komşu olmalı, daha sonra da sâlih komşular arasında oturmaya gayret etmeliyiz. Zira müslümanı dünyada bahtiyar eden şeylerden biri de sâlih komşudur.[3] Bu sebepledir ki Fahr-i Kâinât Efendimiz r:

“Devamlı ikâmet ettiğiniz yerde kötü komşudan Allâh’a sığınınız! Göçebe olduğunuz yerdeki komşu nasıl olsa bir müddet sonra sizden ayrılır.” buyurmuştur. (Nesâî, İstiâze, 44)

Bu hususta meşhur olan; “Ev alma komşu al!” sözü, hayırlı komşular arasında yaşamanın, mânevî hayatımız açısından da ne kadar ehemmiyetli olduğunu açıkça göstermektedir.

Bunlarla birlikte, komşuların ufak tefek hatâ ve sıkıntılarına da katlanmak gerekir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kişilerden biri de, komşusunun eziyetlerine Allah rızâsı için katlanan kimsedir.[4]

Peygamber Efendimiz r komşu hakları husûsunda şöyle buyurmuştur:

“Cebrâîl bana, dâimâ komşu hakkını tavsiye ederdi. Öyle ki ben, komşuları birbirine mîrasçı kılacak zannetmiştim!” (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140)

“…Komşuna ihsanda bulun ki (kâmil bir) mü’min olasın…” (Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn-i Mâce, Zühd, 24)

Ebû Zer t şöyle der:

“Dostum Rasûlullah r bana şöyle vasiyet etti:

«Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde ikrâm et!»” (Müslim, Birr, 143)

Hadîs-i şerîf muktezâsınca komşu hakkını îfâya, yokluk dahî mâzeret değildir. İmkânı dar olan kişi de gücü nisbetinde komşusunu kollamak durumundadır. Zira Rasûlullah r Efendimiz’den şöyle bir ihtar vârid olmuştur:

“Komşusu açken tok yatan, mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167)

Sahâbe-i kirâmın bu hadîs-i şerîfe ittibâ ederek yaşadıkları komşuluk hukûkundan bir misâli İbn-i Ömer v şöyle anlatır:

“Yedi ev vardı, hepsi de yoksuldu. Birisi bu evlerden birine bir koyun kellesi gönderdi. Ev sahibi, komşusunun daha muhtaç olduğunu düşünerek kelleyi diğer komşuya gönderdi. İkinci komşu da aynı düşünceyle kelleyi üçüncü komşuya gönderdi. Bu şekilde kelle yedi ev arasında dolaştıktan sonra tekrar ilk hediye edildiği eve gönderildi.” (Hâkim, II, 526)

Bu, fazîletler medeniyetini oluşturan ne kadar hassas, derin ve mânâlı bir İslâm ahlâkıdır! Mühim olan, işte o diğergâmlık ve ahlâk ölçüleri içerisinde olabilmek…

İslâm’ın güleryüzünü temsil eden bu ve benzeri güzellikler o kadar mühimdir ki, aksi durumlara karşı hayli ikaz ve tehditler vârid olmuştur. Çünkü en küçük bir menfî davranış bile, İslâm’ın özüne sıçratılan bir lekedir. Hele komşulara huzursuzluk vermek gibi bir gaflet, büyük bir îman zaafıdır. Çünkü İslâm ahlâkı itibârıyla komşular, öncelikle birbirlerinin şerrinden emîn olmalıdırlar.

Nitekim bir gün Peygamber Efendimiz r:

“–Vallâhi îmân etmiş olmaz. Vallâhi îmân etmiş olmaz. Vallâhi îmân etmiş olmaz!” buyurmuşlardı.

Sahâbîler:

“–Kim îmân etmiş olmaz, yâ Rasûlâllah?” diye sordular.

Efendimiz r:

“–Yapacağı fenâlıklardan komşusu emniyet içinde olmayan kimse!” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, Îmân, 73; Tirmizî, Kıyâmet, 60)

Yine Peygamber Efendimiz r komşu haklarını şöyle açıklamışlardır:

“Bir kişi, ehline ve malına gelecek kötülükten korktuğu için kapısını komşusuna kapalı tutmak zorunda kalıyorsa, o komşu, gerçek mü’min değildir. Aynı şekilde şer­rinden emîn olunmayan komşu da gerçek mü’min değildir.

Komşu hakkının ne olduğunu biliyor musun? Senden yardım dilediğinde yardım etmen, borç istediğinde vermen, muhtaç olduğunda ihtiyacını görmen, hastalandığında ziyâret etmen, bir hayra kavuştuğunda tebrik etmen, musîbete uğ­radığında tâziyede bulunman, öldüğünde cenâzesine katılman, izni olma­dıkça binânı onun binâsından daha yüksek yapıp rüzgârına mânî olmaman, çorbandan az da olsa ona da göndermek sûretiyle tencerenin kokusuyla onu rahatsız etmemendir. Bir meyve satın aldığında ona da hediye et, eğer bunu yapamazsan meyveyi evine (komşuna göstermeden) gizlice getir. Onu çocu­ğun da dışarı götürüp, komşunun çocuğunu özendirmesin.” (Beyhakî, Şuab, VII, 83; Kurtubî, V, 120-123)

Hadîs-i şerîfteki tembihler, mü’minlere, hayatın gerçeklerine göre nasıl yaşayacaklarının düsturlarını ve ölçülerini vermektedir. Çünkü çevreye ve içtimâî gerçeklere umursamaz ve âmâ davranmak, mü’minler için mümkün değildir.

Hiç kimse tamamen münferit bir hayat yaşayamaz. Herkes bir cemiyet ile az veya çok, bir şekilde münâsebet kurmaya muhtaçtır. Bu sebeple de herkes, içinde bulunduğu ortamı menfî ve müsbet bütün yönleriyle dikkate alarak sosyal ve ictimâî hayatını düzenlemek mecbûriyetindedir.

Sosyal ve ictimâî hayat

Cenâb-ı Hak, kullarının toplum içinde yaşamasını irâde buyurmuş ve onları birbirlerine muhtaç bir vaziyette yaratmıştır. Namazları cemaatle kılmayı, fakirlere zekât vermeyi ve imkân bulanların, bütün İslâm âleminin bir nevî yıllık kongresi mâhiyetinde olan hacca giderek farklı milletlerden din kardeşleriyle tanışıp kaynaşmalarını ve böylece ictimâîleşmelerini telkin etmiştir.

Bütün bunlar, insanların Allâh’a kullukta yardımlaşmaları ve birbirlerini teşvik etmeleri içindir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak ictimâî hizmetlere büyük ecirler lutfetmiştir.

Nitekim Allah Rasûlü r ashâbına:

“−Bugün kim bir cenâze namazına iştirâk etti?”

“–Bugün kim bir yoksulu doyurdu?”

“–Bugün bir hasta ziyâretinde bulunan var mı?” diye sorar ve:

“–Kim bu sâlih amelleri bir araya getirirse o mutlaka cennete girer.” buyururdu. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

Peygamber Efendimiz r bu sualleriyle bir mü’minin sırf ferdî muhtevâda kalmayıp ictimâîleşmesinin, yani bencillikten sıyrılıp diğergâm ve cömert bir gönle sahip olmasının zarûretini ifâde etmişlerdir.

Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” buyurmuşlardır. (Taberânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, II, 131/907; Beyhakî, Şuab, VII, 361)

Peygamber Efendimiz r ictimâî ibâdetlerde de ümmetine bizzat en güzel örnek olmuştur. Bunun bir misâli şöyledir:

Rasûlullah r Efendimiz’e hizmet eden yahudî bir çocuk vardı. Bir gün hastalandı. Efendimiz onu ziyârete gitti. Yahudî çocuk ve babası, bu nezâket ve alâkaya hayran oldu. Efendimiz, yahudî çocuğa:

“–Müslüman ol!” buyurdu.

Çocuk, yanında duran babasına, izin ister gibi baktı. Babası da yıllardır güzellik ve iyilikten başka bir şeyini görmediği Allah Rasûlü’nü kastederek:

“−Oğlum, Ebu’l-Kâsım’a itaat et!” dedi. Bunun üzerine çocuk, müslüman oldu.

Rasûlullah r hastanın yanından çıkarken:

“−Onu ateşten kurtaran Allâh’a hamdolsun.” diyerek duyduğu nihâyetsiz sevinci ifâde buyurdu. (Buhârî, Cenâiz, 80)

Çocuk bir müddet sonra vefât etti. Yahûdiler ona sahip çıkmak isteyince Rasûlullâh r:

“−Biz ona sizden daha yakınız” buyurdu. Daha sonra Nebî r onu yıkadı, kefenledi, kokuladı ve namazını kıldırdı. (Abdürrazzâk, Musannef, VI, 34-35)

Hazret-i Peygamber r Efendimiz’in hasta ziyaretindeki edebi de çok ince idi. Hastanın yanında ümitvar konuşmak ve güzel şeyler söyleyerek ona moral vermek gerektiğine dikkat çekerek şöyle buyurmuşlardır:

“Bir hastanın yanına girdiğiniz zaman onun eceli hakkında (rahatlatıcı ve ferahlatıcı) güzel şeyler söyleyin. Bu sözler hastanın başına gelmesi mukadder olan bir şeyi geri çevirmez, fakat onun gönlünü hoş eder.” (Tirmizî, Tıb, 35/2087)

Yine Efendimiz r diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“Hasta veya ölünün başında bulunduğunuz zaman güzel sözler söyleyiniz. Zira melekler sizin duâlarınıza «âmin» derler.” (Müslim, Cenâiz, 6)

Hadîs-i şerîften de anlaşılacağı üzere İslâm, insanı dâimâ diğergâmlığa, yani başkalarını da düşünmeye sevk eder. Kişinin şahsî kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini telkîn eder.

İslâm toplumunda fertler birbirinden maddî ve mânevî bakımdan mesuldür. Mü’min, mü’mine zimmetlidir. Toplum bünyesi, böylesine yüce bir mes’ûliyet ve merhamet ağı ile örülmüştür.

Îmânın en büyük meyvesi olan merhamet de, elde var olanı, mahrumlarla paylaşmayı, onların mahrûmiyetini telâfî etmeye çalışmayı gerektirir.

Nitekim İslâm’ın bu güzelliklerinin kâmil mânâda yaşandığı Halîfe Ömer bin Abdülaziz zamanında, toplumdaki bu merhamet ağının hassâsiyet, derinlik ve sağlamlığı sebebiyle, zenginler zekât verecek fakir bulamaz hâle gelmişlerdir. Bunun üzerine Halife de bu paralarla pek çok köle alıp âzâd etmiştir.[5]

Müslümanın, din kardeşine tebessüm etmesi, selâm vermesi, yoldaki taşı kaldırması, yabancıya yol göstermesi, yükünü taşıyamayana yardım etmesi, bilmeyene öğretmesi, helâlinden rızık kazanarak âilesini geçindirmesi, mâtemlerin civârında bulunup kalbi kırıkları tesellî etmesi, infakta bulunması ve emsâli bütün hayırlar, mü’min için kıymetli birer ictimâî ibâdet ve hizmettir.

Lutuf ve rahmetinin büyüklüğü sebebiyledir ki Cenâb-ı Hak, kullarına hayır yollarını kolaylaştırmış ve bu hizmetlerin karşılığında büyük mükâfatlar vaad etmiştir. Bu itibarla kâmil mü’minler, cennete girinceye kadar hiçbir hayra doymazlar.

Ecdâdımız Osmanlı da, ictimâî hizmetlerin ehemmiyetini çok iyi idrâk etmiştir. Bu sebeple de şahsî ihtiyaçlarını karşılamak için gösterdikleri gayret ve himmetten daha fazlasını, halkın istifâde edeceği eserleri inşâ etmek için göstermişlerdir. 26 bin küsur vakıf kurarak insanlara yapılan müstesnâ hizmetlerin yanısıra, nebâtâta ve dağlardaki vahşi hayvanlara bile şefkat ve merhamet elini uzatmışlardır. Gereksiz yere yaş bir ağaç dalının koparılması yasaklanmış, bir karıncayı bile öldürmekten sakındıran gönül terbiyesi verilmiş, böylece dağın-taşın, kurdun-kuşun bile huzur içinde yaşadığı bir toplum meydana getirilmiştir.

Ne yüce bir gönül hassâsiyetidir ki, köle ve câriyelerin kırdıkları eşyalar sebebiyle azarlanıp incitilmemesi için, insan haysiyetini koruyan, kalpleri ihyâ eden vakıflar kurulmuştur. Ne muazzam bir ufuktur ki, Şam’ın tatlı suyunu Haremeyn’deki hacılara götürmek için vakıflar kurulmuştur. Günümüzün menfaatperest ve bencil zihniyetlerinin kat’iyyen kavrayamayacağı, daha nice nezâket ve zarâfet timsâli davranış güzellikleriyle bir fazîletler medeniyeti meydana getirilmiştir.

Velhâsıl, kâmil bir îmânın ilk meyvesi, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara gösterilen şefkat ve merhamettir. Şefkat ve merhametin en güzel tezâhürü de mahlûkâta hizmettir. Bu sebeple ictimâî hizmetler, Allâh’ın mahlûkâtına şefkat ve merhamet esâsı üzerine binâ edilmiştir. Bu esaslara binâen halka yapılan bütün hizmetler, umûmî mânâsıyla Hakk’a ibâdet mâhiyetindedir. Onun içindir ki İslâm, ticârî ve iktisâdî hayatı da hizmet ve diğergâmlık temelleri üzerinde inşâ etmiştir.

Ticârî ve iktisâdî hayat

İslâm’da mülk, Allâh’ındır. Haksız menfaat, fâiz, istismar, karaborsa, gabn-i fâhiş (kandırmak sûretiyle değerinin çok üstünde satış yapmak) ve toplumun zararına olan satışlar yasaktır.

Peygamber Efendimiz Medîne’ye hicret edince, vatandaşlık esaslarını ve hukûkunu tâyin ve tespit ettikten hemen sonra, Medîne çarşısını tanzim etmiştir.

Nitekim Rasûlullah r buğday satan bir adama rastlamış ve ona:

“–(Malını) nasıl satıyorsun?” diye sormuştu. Adam da kendince anlatırken o esnâda Rasûlullah r Efendimiz’e:

“–Elini onun (buğdayın) içine daldır!” diye vahyedildi.

Allah Rasûlü r de elini daldırdı ve buğdayın ıslak olduğunu gördü. Bunun üzerine:

“–(İnsanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına koysaydın ya!) Aldatan bizden değildir.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Büyû, 50/3452; Ahmed, II, 242; Müslim, Îmân, 164)

Yine, Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“En temiz kazanç, şu vasıflara sahip olan ticâret erbâbının kazancıdır:

–Konuştuklarında yalan söylemezler,

–Kendilerine îtimâd edildiğinde ihânet etmezler,

–Söz verdiklerinde sözlerinden dönmezler,

–Bir şey satın alırken o malı yermezler,

–Bir şey satarken onu aşırı bir şekilde övmezler,

–Borçları olduğunda geciktirmezler ve

–Alacakları olduğunda, zor durumda olan borçluyu sıkıştırmazlar.” (Beyhakî, Şuab, IV, 221)

Sahâbeden Cerîr bin Abdullah t bir at satın almak istemişti. Beğendiği bir at için satıcı beş yüz dirhem fiyat teklif etti. Cerîr t bu ata altı yüz dirhem verebileceğini, hatta sekiz yüz dirheme kadar fiyatı yükseltebileceğini ifâde etti. Çünkü atın değeri yüksek olup, satıcı bunun farkında değildi. Kendisine:

“–Atı, beş yüz dirheme alman mümkün iken, niçin sekiz yüz dirheme kadar fiyatı yükselttin?” diye soruldu. Cerîr t şu muhteşem cevabı verdi:

“–Biz alışverişte hile yapmayacağımız husûsunda Allâh’ın Rasûlü’ne söz verdik.”[6]

Görüldüğü üzere İslâm iktisâdî sistemi, ticâretin temelini doğruluk ve dürüstlük ile fert ve cemiyete hizmet anlayışı üzerine kurmuştur. Gerçekten de İslâm iktisâdı, insanın problemini çözmekle işe başlar. Paylaşmak ve bilhassa ihtiyaç sahiplerine faydalı olmak şarttır, farzdır.

Gerek kapitalist, gerekse sosyalist sistemlerin yapısında ise kalbî meziyetlere, vicdânî fazîletlere yer yoktur. Birinde mülk toplumundur, birinde ferdindir. Her ikisinde de çıkarcı ve sömürücü bir zihniyet hâkimdir. Fertler, bir çarkın dişlisi olarak telâkkî edilir.

İslâm ise, her meselede olduğu gibi servet karşısında da kulu, Allâh’a karşı mesul addeder. Zira Allah Teâlâ, her şeyi insana emânet olarak vermiştir. Âyet-i kerîmede:

“Nihâyet o gün (dünyada faydalandığınız) nîmetlerden muhakkak hesaba çekileceksiniz!..” (et-Tekâsür, 8) buyrulmaktadır.

İşte servet, bu hesap ve mes’ûliyet ölçüleri içerisinde elde edilmelidir. Hiçbir yanlış adımın, doğru bir mâzeret ve niyeti olamaz. Hele; “Ben ileride daha çok hayır yapmak için kazanıyorum.” diyerek haram-helâl ölçülerini çiğnemek, en hayırsız bir yöneliştir, nefsin aldatmacasıdır. Çünkü İslâm; “İstediğin gibi kazan, istediğin gibi harca!” şeklinde bir anlayışı aslâ kabûl etmez. Kapitalizmin temelini teşkil eden; “Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin!” mantığını da İslâm, kesin olarak reddeder.

Mü’min, paranın mahkûmu değil, hâkimi olmalıdır. Bu da Hâkimler Hâkimi’nin emrine uymakla olur. Tembelliğe kaçmayan bir kanaatle olur. Yani israf ekonomisine yönelik ticaretten de sakınarak olur. Çünkü israf, konfor ve lüksün artması, fertleri de toplumu da perişan etmektedir.

Topluma bir bakın: Niceleri maddî bakımdan alabildiğine imkânlar elde etmiş, fakat hâlâ huzursuz. Kimisi cinnet geçiriyor. Eskiye nazaran zenginlik ve refah seviyesi hayli arttı, ancak buhranlar, ihtiraslar ve taşkınlıklar daha da fazlalaştı. Âile hayatları târumâr oldu. Boşanmalar arttı. Yavrular perişan. Bir nesil, âile sıcaklığından mahrum kaldığından, saâdeti sokaklarda arar hâle geldi ve sokakların insafına itildi. Yani haram-helâl tanımayan, bencil, kapitalist sistem, toplumumuza huzur getiremedi.

Bu sebeple, insanların maddeye râm olduğu günümüzde, mü’minlerin her zamankinden daha ziyade yüksek bir ahlâkî yapıya sahip olması, Allah korkusuyla hareket etmesi, bir gün ilâhî mahkemede hesap vereceği şuuruyla kul hakkına son derece riâyet etmesi ve mes’ûliyet hissi içinde bulunması zarûrîdir.

Zira İslâm, gerek ferdî gerekse ictimâî bakımdan hak ve adâlet ölçülerini çok yüksek hassâsiyetler etrafında tanzim etmiştir.

Hak ve adâlet

Adâlet, İslâm’da o kadar ehemmiyetlidir ki, her hususta ona riâyet emredilmiştir. İnsanlar adâleti hâkim kıldıklarında, Allâh’ın râzı olduğu huzurlu ve rûhânî bir kulluk hayâtı yaşarlar. Adâlet ortadan kalktığında ise, dünya üzerinde hak, hukuk, insaf ve dengeden bahsetmek mümkün olmaz.

Adâlet, devletleri ayakta tutan temel direktir. Öyle ki; “Küfr ile pâyidâr olunur, fakat zulm ile olunmaz!” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmiştir. Bütün idârenin adâlet ile kâim olduğunu ifâde sadedinde de; “Adâlet mülkün temelidir.” denilmiştir.

Cenâb-ı Hak, peygamberlerini de, insanları Allah’tan uzaklaştıran, menfaat ve haksızlık üzerine kurulu zulüm düzenlerine son vermek ve yeryüzünde hakkı ve adâleti hâkim kılmak için göndermiştir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Allah Teâlâ, adâleti, ihsânı, akrabâya yardım etmeyi kesinlikle emreder; çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (en-Nahl, 90)

“Allah size, mutlaka emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür.” (en-Nisâ, 58)

Mü’min, sadece hüküm verirken değil, ölçüp tartarken, şâhitlik yaparken, hâsılı her zaman ve her hususta âdil olmalıdır. Öfkeliyken de sâkinken de adâletten ayrılmamalıdır.[7]

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Ey îmân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, anne babanız ve akrabânız aleyhinde bile olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın…” (en-Nisâ, 135)

Bir adam Rasûlullah r Efendimiz’in önüne oturdu ve şöyle dedi:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim kölelerim var. Durmadan bana yalan söylüyor, ihânet ve isyân ediyorlar. Ben de onları azarlıyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden benim durumum ne olacak?”

Allah Rasûlü r şöyle buyurdu:

“–Onların sana karşı yaptıkları hıyânet, isyan ve yalanlar ile senin onlara verdiğin cezâ hesaplanacak. Eğer senin verdiğin cezâ, onların suçuna eşit olursa senin lehine ya da aleyhine bir şey yoktur. Eğer senin verdiğin cezâ, onların suçundan az ise, bu lehine fazîlet olacaktır. Eğer verdiğin cezâ, onların suçunu aşarsa o fazlalığı ödemek zorunda kalacaksın ki, bu senden kısas yoluyla alınacaktır.”

Adam bir kenara çekilerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bunun üzerine Rasûlullah r şöyle buyurdu:

“–Allah Teâlâ’nın; «Biz, kıyâmet günü için adâlet terâzileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu (adâlet terâzisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz yeteriz.»[8] kavl-i celîlini okumuyor musun?”

Adam bunun üzerine şöyle dedi:

“–Vallâhi yâ Rasûlâllah, hem kendim hem de onlar için birbirimizden ayrılmaktan daha hayırlı bir yol kalmadı. Şâhid olunuz, onların hepsi de hürdür.” (Tirmizî, Tefsîr, 21/3165)

Açıkça görüldüğü üzere, köle de bir insan olduğundan, İslâmî kâidelere göre sahibi ona yediğinden yedirmeli, giydiğinden giydirmeliydi, ağır yük yüklememeliydi, hele ki zulümde bulunmamalıydı. Nitekim İslâm’ın getirdiği bu yüksek hak ve adâlet duygusu sâyesinde köle edinmek, neredeyse köle olmak mânâsına geldi ve eskiden beri devam edegelen kölelik müessesesi, tedrîcen ve kendiliğinden ortadan kalktı.

Bir kimse Hak dostlarından birinin yanında zâlim Haccâc’a, zulmü sebebiyle hakâret etmişti. Hak dostu ona şu dersi verdi:

“–Ona hakârette o kadar ileri gitme! Zira Cenâb-ı Hak, malına ve canına kıydığı kimselerden dolayı Haccâc’a cezâ verecektir. Fakat iş bu kadarla kalmaz. Sonra Cenâb-ı Hak, Haccâc’ın hakkını alarak onun haysiyetine tecâvüz edenlere de cezâlarını verir.”

Yani bir kul zulme uğrar, sonra kendisine zulmedene o kadar hakâret eder ve kötü şeyler söyler ki, zâlimin günahı seviyesine çıkar. Hattâ daha da ileri gittiği için zâlimin ondan alacağı olur ve bu sebeple mazluma kısas yapılır.[9]

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah müttakîlerle beraberdir.” (el-Bakara, 194)

“Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle cezâ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (en-Nahl, 126)

Yani İslâm cezâ hukûkunda her şey ağırlığı ölçüsünde bir karşılık görür. Bir hakkı ve hukûku yerine getirirken, ona intikam veya nefret duygusu karıştırarak haddi aşmanın, bir başka haksızlık ve hukuksuzluk olduğu beyan edilmiştir.

İrbâz bin Sâriye t anlatıyor:

Rasûlullah r ile Hayber Kalesi’ne inmiştik. Beraberinde ashâbından başka kimseler de vardı. Hayber’in lideri, inatçı ve kurnaz birisi idi. Allah Rasûlü’ne gelerek:

“–Ey Muhammed! Merkeplerimizi kesmeye, meyvelerimizi yemeye, kadınlarımızı dövmeye sizin ne hakkınız var!?” dedi.

Rasûlullah r Efendimiz gazaplanarak:

“–Ey İbn-i Avf, atına bin ve şöyle nidâ et: «Haberiniz olsun, cennet sadece mü’minlere helâldir, namaz kılmak üzere toplanın!»” dedi.

Cemaat toplandı. Rasûlullah r onlara namaz kıldırdı. Sonra da ayağa kalkıp şunları söyledi:

“–Sizden biri, koltuğuna kurulup Allâh’ın, Kur’ân’dakilerin hâricinde haramlarının bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallâhi ben nasihatte bulundum, (Kur’ân’da olmayan bâzı şeyler) emrettim, birçok şeyleri de yasakladım. Bunlar, Kur’ân’ın bir misli kadar, belki de daha fazladır.

Allah Teâlâ Hazretleri, Ehl-i Kitâb’ın evlerine izinsiz girmenizi helâl kılmamıştır. Kadınlarını dövmenizi, borçları (olan cizyeyi) verdikten sonra meyvelerini yemenizi de helâl kılmamıştır.” (Ebû Dâvûd, Harâc, 31-33/3050)

Hayber zaferinden sonra Peygamber Efendimiz r Abdullah bin Revâha’yı cizyeleri tahsil etmek üzere oraya gönderirdi. Abdullah bin Revâha da, alınması gereken hurma miktârını titizlikle hesap ederek bunu onlardan tahsil ederdi.

Hayber arâzisini işleyen yahudîler, Abdullah bin Revâha’nın gösterdiği bu titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattâ bir ara kendi lehlerine müsâmahalı davranması için rüşvet teklif ettiler. Kadınlarının süs eşyalarından onun için biraz mücevherat topladılar ve:

“–Bunlar senin, vergimizi hafiflet, taksim esnâsında bizim lehimize davran ve bize göz yum!” dediler.

Abdullah t bu harekete çok kızdı. Onlara:

“–Ey yahudî topluluğu! Vallâhi birçok menfîlikleriniz sebebiyle Allâh’ın mahlûkâtı içinde sizden daha fazla kızdığım başka bir varlık yok! Ancak bu kızgınlığım beni size zulmetmeye sevk etmez! Sizin bana teklif ettiğiniz rüşvete gelince; o, haramdır. Biz onu yemeyiz!” dedi.

Yahudîler, Abdullah bin Revâha’yı takdîr edip:

“–İşte bu adâlet ve doğruluk sâyesinde gökler ve yer nizâm içinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta’, Müsâkât, 2)

İslâm düşmanlarına karşı bile kılı kırk yararcasına bir adâleti emreden dînimiz ne yücedir! Müslüman, kâfire bile yapılsa, zulümden mutlaka hesâba çekileceğini düşünerek dâimâ adâlet üzere hareket etmelidir.

Böylesine yüce prensiplerle mü’min gönülleri yoğuran İslâm ahlâkı; ne güzel, ne mükemmel, ne muhteşem ve ne kadar gerekli, ne kadar hayâtî… Bilhassa İslâm dışı ahlâk anlayışlarının insanları zaafa uğrattığı ve toplumu tefessühe sürüklediği şu âhirzaman hengâmında İslâm ahlâkının kıymetini daha iyi idrak etmek, bunun için de lâyıkıyla bilmek ve yaşamak, vazgeçilmez bir zarûrettir!..



[1] Bkz. İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, Dâru’l-Fikr, Fuat Abdülbâkî neşri, ts., X, 456; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 146.

[2] Bkz. Buhârî, Şüf’a 3, Hibe 16, Edeb 32.

[3] Bkz. Ahmed, III, 407.

[4] Bkz. Ahmed, V, 176.

[5] Bkz. Prof. Dr. M. S. R. el-Bûtî, Fıkhu’s-sîre, s. 434.

[6] İbn-i Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1389, IX, s. 454 vd.

[7] Bkz. Heysemî, I, 90.

[8] el-Enbiyâ, 47.

[9] Babanzâde Ahmed Naîm, İslâm Ahlâkının Esasları, İstanbul 1963, s. 86.

%d bloggers like this: