İslâm, hiçbir ırk, cins, toplum ve zümre ayırımı yapmaksızın bütün insanları ilâhî vahyin muhatabı ve aynı insanlık âilesinin fertleri kabul eder. İnsanlara aynı anne babadan geldiklerini bildirerek aralarındaki bazı farklılıkların düşmanlık sebebi değil, karşılıklı iyi ilişkilere bir vesile olarak görülmesini telkin eder. İnsanların farklı ırklardan gelmeleri ve ayrı toplumlar teşkîl etmeleri, kendilerine verilen nimetler hususunda bir imtihan, insanlığın ortak ideal ve hedefleri için bir hayırda yarış ve iş birliği vesilesi olarak görülür.[1]
İslâm’a göre insanlar arasındaki üstünlük, ırk, renk ve millet gibi yaratılıştan gelen ve elde olmayan bir tâlih meselesi ile değil, insanın irâde ve gayretiyle elde ettiği Cenâb-ı Hakk’a yakınlık, fazilet ve takvâ derecesiyle ölçülür. Allah katında, O’nun emir ve yasaklarına daha çok titizlik gösteren, yeryüzünde üstlendiği beşerî mesuliyeti en iyi şekilde yerine getiren mü’min, böyle olmayanlardan daha üstündür. Irk, ancak fânî olan cesede ait bir keyfiyettir. Cesed, rûha giydirilmiş bir kılıftan ibârettir. Rûh ise ebedîdir ve onun bir ırkı da yoktur. Zira bütün ruhlar Allah’tan gelmiştir.[2] Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, en çok takvâ sahibi olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 13)
Allah Rasûlü r de şöyle buyurur:
“Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi, nesebi öne geçirmez.” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
Yukarıdaki âyetin inmesine sebep olan ve Peygamber Efendimiz’in insanlara bakış tarzını gösteren şu hâdise pek ibretlidir:
Allah Rasûlü r birgün Medîne-i Münevvere’deki çarşılardan birisine uğramıştı. Çarşıda siyahî (zenci) bir köle müzâyede ile satılıyordu. Köle:
“–Beni alacak olan kişiye bir şartım var” diyordu. Alıcılardan birisi:
“–Nedir o şart?” diye sordu. Köle:
“–Benim farz namazları Rasûlullah r Efendimiz’in arkasında kılmama mânî olmayacak” dedi.
Adam bu şartı kabul ederek köleyi satın aldı. Rasûlullah r her namazda gözüyle bu köleyi arardı. Birgün yine baktı fakat göremedi. Sahibine:
“–Kölen nerede?” diye sordu. Sahâbî:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, o hummaya yakalandı” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ashabına:
“–Kalkın onu ziyarete gidelim” buyurdu. Birlikte kalktılar ve siyâhî kölenin yanına gidip geçmiş olsun ziyaretinde bulundular. Birkaç gün sonra Allah Rasûlü r kölenin sahibine:
“–Kölenin hâli nasıl?” diye sordu. Sahâbî:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, onun ölümü yakındır” cevabını verdi. Bunun üzerine Efendimiz r kalkıp kölenin yanına gitti ve ölmek üzereyken yanına vardı. Köle o esnâda vefât etti. Peygamber Efendimiz onun yıkanması, kefenlenmesi ve defnedilmesiyle bizzat ilgilendi. Ashab-ı kirâm bu duruma çok şaşırdılar. Muhâcirler:
“–Biz vatanımızı, mallarımızı, âilemizi terk edip buralara geldik; hiçbirimiz şu kölenin Rasûlullah’tan gördüğü îtibârı ne hayatında ne hastalığında ne de ölümünde görmedi” dediler. Ensâr da:
“–Allah Rasûlü’nü barındırdık, yardım ettik ve mallarımızla onu destekledik ama habeşli bir köleyi bize tercih etti” diye düşündüler. İşte bunun üzerine yukarıda geçen Hucurât Sûresi’nin 13. âyet-i kerimesi nâzil oldu. Onlara, bütün insanların aynı anne babanın evlâtları olduğu hatırlatılarak faziletin takvâ ile ölçüldüğü ve takvânın ne kadar üstün bir haslet olduğu anlatıldı. (Vâhıdî, s. 411-412)
Peygamber Efendimiz, Mekke’yi fethedip en büyük düşmanlarını avucunun içine aldığı gün, onları affederek şöyle hitap etmiştir:
“Ey insanlar! Allah Teâlâ size câhiliye kibrini ve atalarla övünmeyi yasaklamıştır. İnsanlar iki sınıftır: Bir, iyilik ve takvâ sahibi olup Allah’ın değer verdiği kişiler; bir de günahkâr, kötü ve Allah katında kıymeti olmayan kimseler. Bütün insanlar Hz. Âdem’in çocuklarıdır. Allah Teâlâ ise Âdem’i topraktan yaratmıştır.” (Tirmizî, Tefsîr, 49/3270; Ebû Dâvûd, Edeb, 110-111/5116)
Yine Efendimiz r Vedâ Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur:
“Ey İnsanlar! Dikkat edin: Rabbiniz birdir, babanız (Âdem) birdir. Dikkat edin! Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba, kırmızı tenlinin siyah tenliye, siyah tenlinin kırmızı tenliye hiçbir üstünlüğü yoktur. Bunlar birbirlerine karşı ancak takvâ ile üstün olabilirler.” (Ahmed, V, 411)
Takvâ, bir insanın Allah’ın bütün emir ve yasaklarına harfiyen uyup bu hususta titiz davranması, bütün benliği ile Allah’a yönelerek kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyden uzak durması demektir. İnsanın en mühim sorumluluğu, kendisini yaratan Allah’a karşı olanıdır. Dolayısıyla, insanlar arasındaki üstünlük de bu alandaki başarılarıyla ölçülmektedir. Çünkü takvâ, ebedî olan âhiret hayatının en mühim azığıdır. Mal, mevkî, soy, nesep gibi insanların üstünlük vesilesi edindiği şeyler ise kısa dünya hayatı içindir. Bunlarla insanlara karşı üstünlük iddiasında bulunmak doğru değildir.
Bununla birlikte, ırk, sosyal verâset ve asâlet gibi hususlar da bir realitedir. İslâm bunları tamamen yok saymaz, ancak lüzûmu kadar ehemmiyet vermek sûretiyle mâkul bir nizâm altına alır.
Rasûlullah r Efendimiz’in yanında her türlü insan vardı: Zenci-beyaz[3], Arap-Acem, kabile reisi-hizmetçi, hür-köle, zengin-fakir… Hepsi de Peygamber Efendimiz’in ardında saf bağlayıp aynı hizada namaz kılıyorlardı. Birbirlerine büyük bir muhabbet ve hürmet besliyorlardı. Hataya düşüp de takvâdan başka üstünlük vesilesi aradıklarında, Allah Rasûlü r onları îkâz ediyordu. Ebû Zer t bir kişiye kızmış ve annesinin zenci olduğunu hatırlatarak onu ayıplamak istemişti. Bunu haber alan Nebî r ona şöyle buyurdu:
“–Ebû Zer! Onu annesi sebebiyle mi ayıplıyorsun? Eğer öyleyse sen, kendisinde hâlâ câhiliye huyu bulunan bir kimse imişsin.” (Buhârî, Îmân 22, Itk 15; Müslim, Eymân 40)
[1] Mâide, 48; Bakara, 148.
[2] Hicr, 29; Secde, 9; Sâd, 72; Enbiyâ, 91; Tahrîm, 12.
[3] Rasûlullah r Efendimiz, Bilâl Habeşî t gibi nice zenci sahâbîler yetiştirmiştir. Yeri geldikçe onlarla alâkalı misaller verilecektir. Sonraki nesiller içinde de pekçok zenci âlim yetişmiştir. İlimde derinliğe ulaşmış ve fazilette zirve olmuş zenci âlimlerden birkaç misal verelim:
Atâ bin Ebî Rebâh (27-115) zenci idi. Sika, fakih ve çok hadis bilen bir âlimdi. İmâm-ı Âzam: “Atâ’dan daha faziletli bir kişi görmedim!” buyurmuştur.
Kadı Reşîd bin Zübeyr (v. 562) devrinin birçok ilim ve sanat dalında üstaddı. Şâir, fakih, lügat âlimi, mühendis, tabîb, mûsikîşinas, astronomi âlimi… Zenci idi.
Tâbiînin büyük âlimlerinden Saîd bin Cübeyr (v. 95) ve Nâfî el-Medenî de zenci idi. (Abdülfettâh Ebû Gudde, Safahât min sabri’l-ulemâ / İlim Yolunda, trc. R. Orhan Özel – Semih Yolaçan, İstanbul 1432, s. 376-378)