Peygamber Efendimiz’in Tebessümü

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, genellikle beşûş çehreli, güleç yüzlü ve mütebessim idi. En sıkıntılı anlarında bile umumiyetle üzüntülerini belli etmez ve yanındakilere hüzün verecek bir tavır sergilemezdi. Hiç kimseden güler yüzünü ve güzel ahlâkını esirgemezdi. Bilhassa çok sevdiği kimselerle karşılaştığında tebessümü bir kat daha artardı. Cerîr bin Abdullah (r.a); “Fahr-i Kâinât Efendimiz, müslüman olduğum günden beri beni huzuruna girmekten hiç alıkoymaz ve her gördüğünde tebessüm ederdi” buyurur. (Buhârî, Edeb, 68)

Hz. Ali (r.a) şöyle der: Rasûlullah (s.a.v), mec­li­sin­de­ki­le­re karşı dâimâ güler yüzlü ve yu­mu­şak huy­lu idi. Affı ve bağış­la­ma­sı bol­du. Hiç kim­se ile çe­kiş­mez­di. Hep sükûnet ve vakarla hareket eder, dâimâ güzel söz söylerdi… Mec­li­sin­de bu­lu­nan­lar bir ­şe­ye gü­ler­ler­se o da tebessüm eder, bir­ şe­ye hay­ret eder­ler­se o da on­la­rla birlikte hayret ederdi. (İbn-i Sa’d, I, 423-425)

Buradan anladığımıza göre, Peygamber Efendimiz, insanlardan farklı olduğu izlenimi verdirecek hareketlerden kaçınırdı. Onlarla tesis ettiği kalbî ve hissî irtibâtı devam ettirirdi. Farz ve haram olan durumlar hariç insanlarla iyi münâsebetler kurmak, çok dikkat ettiği bir husustu.

Bir Arap şâiri şöyle der:

“Bir gün biri, seni cömertlikte bulutlara benzetirse medhinde hata etmiş olur. Çünkü bulutlar verir ağlar fakat sen, verir gülersin!”

Abdullah bin Hâris (r.a); “Rasûlullah (s.a.v)’den daha çok tebessüm eden bir kişi görmedim” demiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 10)

Efendimiz (s.a.v):

“Kardeşine karşı izhar edeceğin tebessümün bir sadakadır”[1]

“Biriniz yapacağı en küçük iyiliği dahî asla hakir görmesin! Yapacak hiç bir şey bulamazsa kardeşini güler yüzle karşılasın!”[2]

“Allah; uyumlu, yumuşak ve güler yüzlü kimseyi sever”[3] buyurmak sûretiyle ümmetini de mütebessim olmaya teşvik etmiştir.

Efendimiz’in bu tavsiyesine uyan Ebu’d-Derdâ (r.a), bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi. Bir gün hanımı ona:

“–İnsanların sana ahmak demelerinden korkuyorum!” dedi. Ebu’d-Derdâ:

“–Rasûlullah (s.a.v) bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi” dedi. (Ahmed, V, 198, 199)

Ancak gülmenin de bir âdâbı vardır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in gülmesi bir edep ve nezâket dâiresindeydi. Hz. Âişe (r.a):

“Allah Rasûlü’nün küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim. O (ekseriyetle) tebessüm ederdi” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsîr, 46/2)

Habîb-i Ekrem Efendimiz bir gün, kuraklıktan muzdarip olan halkın şikâyeti üzerine musallâ denen açık bir alanda kısa bir hutbe okuduktan sonra namaz kılıp dua etmişti. Çok geçmeden gök gürleyip şimşek çakmaya başlamış ve bol miktarda yağmur yağmış, seller akmıştı. İşte bu arada insanların yağmurdan korunmak için koşuştuklarını gören Efendimiz (s.a.v), azı dişleri görününceye kadar tebessüm etmişti. (Ebû Dâvûd, İstiska, 2)

Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle anlatmıştır: “Ben cehennemden en son çıkacak ve cennete en son girecek olan kimseyi yakînen bilirim. Bu öyle bir adamdır ki kıyâmet gününde, getirilir ve, «Küçük günahlarını kendisine gösterin, büyük günahlarını ise gizleyin!» denilir. Bunun üzerine ona küçük günahları gösterilir ve:

«–Sen falan gün şunu şunu, falan günde şunları yaptın değil mi?» denilir. Adamcağız da inkâr edemeyerek:

«–Evet» der. Ancak bunların ardından büyük günahlarının da gösterilmesinden korkmaya başlar. Tam bu esnada ona:

«–Senin için her kötülüğün yerine bir iyilik vardır» denilir. Bunun üzerine adam:

«–Yâ Rabbî, ben bir kısım (günah) işler yaptım ki onları burada göremiyorum» der.”

Ebû Zerr (r.a)’ın ifadesine göre Efendimiz (s.a.v) bu haberi anlattıktan sonra azı dişleri görününceye kadar tebessüm etmiştir. (Müslim, İmân, 314)

Ümmü Kays (r.a) anlatıyor: “Oğlum ölmüştü. Bu sebeple çok üzüldüm. Onu yıkayan kimseye:

«–Oğlumu soğuk su ile yıkama, oğlumu öldüreceksin!» dedim. Bunun üzerine kardeşim Ukkâşe hemen Efendimiz’e gidip benim söylediklerimi haber verdi. Rasûlullâh (s.a.v) tebessüm etti ve:

“–Böyle mi söylüyor! Onun ömrü uzadı.” buyurdu.

Hâdiseyi nakleden râvî: “Biz, onun gibi uzun yaşayan bir başka kadın bilmiyoruz” demiştir. (Nesai, Cenaiz 29)

Enes (r.a) şöyle anlatır: “Efendimiz’in son gülerinde Hz. Ebû Bekir namaz kıldırıyordu. Nihâyet pazartesi günü olunca saf saf namaza durduğumuzda Rasûlullâh (s.a.v) hücre-i saâdetlerinin perdesini kaldırıp bizi temâşâya başladı. Ayakta duruyordu. Sîmâsı Mushaf yaprağı gibi pırıl pırıldı. Sonra tebessüm etti, mübârek dişleri gözüktü. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i görünce o kadar sevindik ki, neredeyse namazı bozacaktık. Hz. Ebû Bekir, Allâh Rasûlü’nün namaza iştirâk edeceğini düşünerek safa girmek için geri geri gelmeğe başladı. Ancak Fahr-i Kâinât (s.a.v), namazınızı tamamlayınız, diye işâret edip perdeyi örttü. İşte (bu, O’nu son görüşümüz oldu) o gün dâr-ı bekâya irtihâl etti.” (Buhârî, Ezân, 46)

Her hususta olduğu gibi gülmede aşırıya kaçmak da zararlıdır. Zira aşırı gülmek şakacılığın, nüktedanlığın veya güler yüzlü olmanın değil, Allah’tan gâfil olmanın bir netîcesidir. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“Çokça gülmeyiniz! Gülmenin aşırısı kalbi öldürür” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 2)

 

İLÂVELER

Bir gün, muhtaç bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allâh Rasûlü:

“–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al, mal geldiğinde öderim.” dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hz. Ömer (r.a):

“–Yâ Rasûlallâh! Yanında varsa verirsin, yoksa Allâh Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Hz. Ömer’in bu sözünden hoşnud olmadıkları, vech-i mübâreklerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir zât:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Ver! Arş’ın Sâhibi azaltır diye korkma!” dedi.

Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm ettiler ve:

“–Ben de bununla emrolundum.” buyurdular. (Heysemî, X, 242)

*

Seleme bin Ekva’ (r.a) anlatıyor:

“Rasûlullâh (a.s) ile birlikte Hudeybiye’ye geldik. Biz, bindörtyüz kişi idik. Orada elli koyun vardı, kuyunun suyu bunlara bile yetmiyordu. Allâh Rasûlü (s.a.v) kuyunun kenarına oturdu. (İyice hatırlayamıyorum) ya dua buyurdu, ya da kuyuya tükürdü. Derken kuyunun suyu coştu. Biz de hem kendimiz içtik, hem de hayvanlarımızı suladık. Sonra Aleyhissalâtü vesselam, bizi bir ağacın altında bey’at etmeye çağırdı…

Rasûlullâh (s.a.v) silahsız olduğumu gördü. Bana deriden yapılmış bir kalkan verdi. Sonra bey’at almaya devam etti. Son kişiden de bey’at alınca:

«–Ey Seleme, sen bana bey’at etmiyor musun?» dedi.

«–Ey Allâh’ın Rasûlü, ben sana başta da, ortada da bey’at ettim.» dedim.

«–Olsun, yine de bey’at et» buyurdu. Ben de üçüncü sefer bey’at ettim. Sonra bana:

«–Ey Seleme! Sana verdiğim kalkanın nerede?» diye sordu.

«–Ey Allâh’ın Rasûlü, amcam Âmir’le karşılaştık, silâhı yoktu, ben de kalkanı ona verdim.» dedim.

Bu sözüm üzerine Aleyhissalâtü vesselam Efendimiz tebessüm etti ve:

«–Senin hâlin şuna benziyor: Vaktin birinde bir adam varmış, şöyle dermiş: “Allâh’ım, bana öyle bir dost ver ki, o bana, kendi nefsimden daha sevgili olsun!”» buyurdu…” (Müslim, Cihâd 132)

*

Hz. Enes’ten gelen diğer bir rivâyet de şöyledir: “Rasûlullah (s.a.v) birgün güldüler ve:

«–Neye güldüğümü biliyor musunuz?» buyurdular. Biz:

«–Allâh ve Rasûlü daha iyi bilir!» dedik.

«–Kulun Rabbine olan hitabından dolayı güldüm!» buyurdular ve şöyle devam ettiler:

«–Kul şöyle der:

‘–Ey Rabbim, sen beni zulümden korumadın mı?’ Allâh Teâlâ:

‘–Evet korudum’ buyurur. Kul da:

‘–Fakat ben bugün, kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhid olmasını asla istemiyorum’ der. Hak Teâla:

‘–Bugün sana tek şâhid olarak nefsin, çok şahid olarak da kirâmen kâtibin kâfidir” buyurur.»

Rasûlullah (s.a.v) devamla dedi ki:

«Ağzına mühür vurulur ve diğer âzâlarına: ‘Konuşun!’ denilir. Onlar adamın amellerini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ‘Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücadele ediyordum’ der»” (Müslim, Zühd 16)

*

Yine Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle bir hâdise anlatmıştır: “Ben cehennemden en son çıkacak olan insanın durumunu bilirim. O, cehennemden sürünerek çıkar. Kendisine:

«–Haydi git, cennete gir!» denilir. Bunun üzerine o adam cennetin yolunu tutar. Varıp kapısından içeri bakınca cennet ehlinin tamâmen yerlerini aldıklarını, her tarafın dopdolu olduğunu görür. Geri döner ve:

«–Ya Rabbi, herkes yerini almış, her taraf tıklım tıklım dolu, girecek yer kalmamış!» der. Kendisine denilir ki:

«–Önceki bulunduğun zamanı(n yani dünyânın ne kadar geniş olduğunu) hatırlamıyor musun?» O da:

«–Evet ya Rabbi!» der. Sonra ona:

«–Öyle ise gönlünden ne geçiriyorsan dile!» denilir. O da dilediğini ister. Neticede kendisine:

«–Sana bu isteklerinin hepsi ve ayrıca dünyanın on katı daha verilecektir» denilir. Duyduklarına inanamayan adam:

«–Yâ Rabbi, benimle istihzâ mı ediyorsun! Sen ki şânı yüce bir Hükümdarsın!» der.

İbn-i Mesûd (r.a), Rasûlullah (s.a.v)’in bu hâdiseyi anlattıktan sonra azı dişleri görülecek derecede güldüğünü ifâde eder. (Müslim, Îmân, 308; Tirmizî, Cehennem, 10)

*

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle dedi:

Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, ben bazen açlıktan karnımı yere dayar, bazen de mideme taş bağlardım. Bir gün sahâbîlerin geçtikleri yol üzerine oturmuştum. Hz. Ebû Bekir uğradı. Belki beni doyurur düşüncesi ile kendisine Allâh’ın kitabından bir âyet sordum. Cevap verdikten sonra geçip gitti, bir şey yapmadı. Sonra Hz. Ömer uğradı. Belki beni doyurur düşüncesi ile ona da Allâh’ın kitabından bir âyet sordum. O da cevap verdikten sonra geçip gitti, bir şey yapmadı. Daha sonra Rasûlullah (s.a.v) benim yanımdan geçti ve beni görünce gülümsedi. Kalbimden geçeni yüzümden anladı ve:

“–Ebû Hüreyre!” dedi. Ben:

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim. Rasûl-i Ekrem:

“–Beni takip et” buyurdu ve yoluna devam etti. Ben de peşinden yürüdüm. Hz. Peygamber evine girdi; ben de girmek için izin istedim; izin verdi; içeri girdim. Bir kap içinde süt buldu ve:

“–Bu süt nereden geldi?” diye sordu.

“–Falan erkek veya falan kadın onu size hediye etti” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem:

“–Ebû Hüreyre!” diye seslendi. Ben:

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim.

“–Suffe ehline git, onları bana çağır” buyurdu.

Suffe ehli İslâm konuklarıydı. Onların ne sığınacak aileleri, ne malları, ne de bir kimseleri vardı. Peygamber’e bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazdı. Şayet gelen bir hediye ise, onlara da gönderir, kendisi de ondan bir parça alır ve böylece gelen hediyeyi onlarla paylaşırdı. Hz. Peygamber’in Suffe ehlini davet etmesi hoşuma gitmedi. Kendi kendime: Bu süt, Suffe ehli arasında kime yetecek ki! O sütü içmek suretiyle kuvvetlenmeye ben daha çok hak sahibiyim. Oysa onlar geldiğinde Rasûlullah bana emreder, ben de onlara veririm; belki de o sütten bana kalmaz. Fakat Allah’ın ve Rasûlullah (s.a.v)’in emrine itaat etmemek de olmaz, dedim. Neticede onlara gittim ve kendilerini davet ettim. Onlar bu daveti kabul ettiler ve içeri girmek için izin istediler, kendilerine izin verildi ve onlar da evde yerlerini aldılar. Hz.Peygamber:

“–Ebû Hüreyre!” diye seslendi. Ben:

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim.

“–Al, onlara ver!” buyurdu. Ben de süt kabını aldım, herkese vermeye başladım. Verdiğim kişi kanıncaya kadar içiyor, sonra kabı geri veriyor, ben bir başkasına veriyordum, o da kanıncaya kadar içiyor sonra geri veriyordu. En sonunda kabı Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e verdim. Topluluğun hepsi süte kanmışlardı. Rasulullah kabı alıp elinde tuttu ve bana bakıp gülümsedi. Sonra:

“–Ebû Hüreyre!” dedi.

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim.

“–Bir ben kaldım, bir de sen” buyurdu. Ben:

“–Doğru söylediniz, yâ Rasûlallah” dedim.

“–Otur da iç” buyurdular. Ben de oturdum ve içtim. Sonra yine:

“–Otur, iç” buyurdu. Yine oturdum ve içtim. Rasûl-i Ekrem durmadan:

“–İç, iç” buyuruyordu. Sonunda ben:

“–Hayır. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı” dedim.

“–Bana ver” buyurdu. Kabı Rasûl-i Ekrem’e verdim, Allah Teâlâ’ya hamdetti, besmele çekti ve kalan sütü kendisi içti. (Buhârî, Rikak 17)

*

Tebük Seferi’ne çıkılmış, bir hayli yol alınmıştı. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra ashâbdan Ebû Zer (r.a) da orduya yetişti. O, zayıf hayvanı yola dayanamadığı için gerilerde kalmış, sonunda hayvanını terk etmiş ve yaya olarak binbir meşakkatle ordunun ardından yetişmişti. Bunu gören Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mütebessim bir çehreyle:

“–Allâh selâmet versin! Ebû Zer yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız başına diriltilir.” buyurdular.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu mûcizevî ifâdeleri, vakti gelince ta­hakkuk etmiş ve Ebû Zerr (r.a), gerçekten yalnız yaşamış ve yalnız vefât etmiştir. (Vâkıdî, III, 1000)

*

Rasûlullâh (s.a.v), kızı Zeyneb’in cenâze namazını kıldıktan sonra mahzûn ve mükedder bir şekilde kabre indi. Biraz durduktan sonra tebessüm ederek dışarı çıktı ve:

“–Zeyneb’in zayıflığını düşünerek, ona kabrin darlığını ve kederini hafifletmesi için Allâh’a duâ ettim. Allâh Teâlâ da duâmı kabul buyurup kabir sıkıntısını ona hafifletti.” buyurdu. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 131)

*

Hz. Ali’nin ağabeyi Câfer-i Tayyar (r.a), ilk müslümanlardandı. Mekkeli müşriklerin zulmünden kaçıp hanımıyla birlikte Habeşistan’a hicret etti. Orada yıllarca kaldı. Ancak hicretin 7. yılında Medine’ye döndü. Bir gün Peygamber Efendimiz, Habeşistan’da gördüğü bazı garip şeyleri anlatmasını isteyince, Câfer-i Tayyar şu hâdiseyi anlattı:

“Bir gün oturuyorduk. Yaşlı bir râhibe yanımızdan geçti. Başında da büyükçe bir su testisi vardı. Genç bir adam bu zavallı kadını arkasından itti. Kadın iki dizinin üstüne düştü ve başındaki testi de kırıldı. Rahibe ayağa kalktı; o gence şöyle bir baktı ve:

“–Ey zâlim! Yarın Allâh Kürsü’yü ortaya koyduğunda, gelmiş geçmiş bütün insanları bir yere topladığında, eller ve ayaklar yaptıklarını itiraf etmeye başladığında ve mazlumun hakkını zâlimden aldığında, aramızdaki dâvanın nasıl hâlledildiğini göreceksin!” dedi.

Bu sözleri duyunca, Peygamber Efendimiz, azı dişleri görünecek şekilde tebessüm etti ve şöyle buyurdu:

“–Kadın doğru söylemiş. Evet, doğru söylemiş. Güçsüzlerin hakkının güçlülerden alınmadığı bir toplumu Allâh nasıl temize çıkarır!” (İbn-i Mâce, Fiten 20; Ebû Ya’lâ, Müsned (Esed), IV, 7-8; İbn-i Hibbân, es-Sahîh (Arnaût), XI, 443-444)

*

Enes (r.a) şöyle der:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî, Rasûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Bedevînin bu hareketinden dolayı hırkanın kenarı Efendimiz’in boynunda iz bırakmıştı. Daha sonra bedevî:

“–Ey Muhammed! Elinde bulunan Allâh’a âit mallardan bana da verilmesini emret.” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bedevîye dönüp tebessüm etti. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humüs 19, Libâs 18, Edeb 68; Müslim, Zekât 128)



[1] Tirmizi, Birr 36/1956.

[2] Tirmizî, Et’ıme, 30/1833.

[3] Beyhâkî, Şuab, VI, 254/8055, 8056.

%d bloggers like this: